Ana Sayfa > Akademik > Önsözler > Logos versus

Logos versus

 

Logos versus Ethos ve Pathos
İki Bavul iki cinayet: Buyrun arbedeye

Şükran Gölbaşı

(2011) Bilim, Felsefe ve Sanatta Postmodern Yaklaşımlar (Ed. Arzu Yemişçi, Berna Atak) İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi

 

Önce Nietzsche tanrının öldüğünü, sonra Foucault insanın öldüğünü ilan etti. Ardından bir süredir tarih sahnesinden sürülmüş olan ethos ve pathos ellerinde yıllardır ötelenen sorunların birikmiş olduğu bavullarla tarih sahnesine yeniden çıkageldiler. Bavullar açıldı ve bavul muhteviyatları ortalara saçıldı. Buyrun arbedeye. Biz o gün bugündür bu bavullardan ortalığa saçılanları tartışıyoruz. Kimilerine göre 1945, kimilerine göre 1960’dan bu yana bu sorunları tartışıyoruz. Bir sonuca varabildik mi? Hayır. Asgarilerde uzlaşabildik mi? Hayır. Bu içinde bulunulan uzlaşmama, uyuşmama ve kaos durumuna bir ad verebildik sadece: Postmodernizm. Hoş, verdiğimiz adda bile uzlaşmaya varabilmiş değiliz.

 

Postmodernizm gibi çok tartışmalı ve tuzaklarla dolu bir zeminde kalem oynatmak doğrusu biraz cesaret istiyor. Bu görev bana düştüğünden dolayı yazmayı deneyeceğim. Daha en baştan postmodernizm kavramının kendisi, nasıl kullandığınıza bağlı olarak sizi bir konuma çekiyor. Kavramı post-modernizm olarak kullandığınızda kavramla aranıza bir mesafe koyduğunuz varsayılırken, postmodernizm olarak kullandığınızda bu mesafeyi yok etmiş ve yeni kavramın ifade ettiklerinin arkasında duruyor varsayılıyorsunuz (Hassan, 1985:125).

 

Parker (1992), kavramın post-modernizm olarak kullanımının tarihsel olarak modernizmden sonraki dönemi ifade ederken, postmodernizm olarak kullanımının ise modernizmden ayrışan bir epistemik duruşu ifade ettiğini belirtmektedir. Kavram, “post-modernizm” olarak yazıldığında, endüstri devrimi ile başladığı varsayılan kesinlikler, düzenlilikler, kurumlar ve kurallar çağının artık kapanıp yeni bir çağ ve yeni bir toplum düzeninin başladığını ifade etmektedir. Belirsizliklerin, kuralsızlığın, akışın, mevcut yapıların ve kurumların söküme uğratıldığı bu yeni çağı, A.Toffler (1981) Bell (1976) ve Lyotard (1990) post-endüstriyel toplum, Baudrillard (1970) tüketim toplumu, Jameson (1990) post-kapitalist toplum, (Debord, 1996) gösteri toplumu olmak üzere çeşitli adlarla nitelemektedirler.

 

Diğer bazı düşünürler ise böyle bir dönemleştirmeye karşı çıkmakta, bir dönemin kapanması olarak modernizmin sona erdiğini kabul etmemektedirler. Bu düşünürler de postmodern başlığı altında tartışılan yeni gerçekliklerin varlığını inkar etmemekle birlikte, bu yeni durumları modernizme özgü kavramlarla tartışmayı yeğlemektedirler. Bunlardan Habermas (1994), modernliği tamamlanmamış bir proje olarak Giddens (1994) ise postmodern durumu modernizmin özel bir evresi olarak nitelemektedir. Bu gruba Michel Touraine’ ni de ekleyebiliriz.

 

Kavramı “postmodernizm” olarak kullandığımızda ise, faklı bir epistemolojiye gönderme yapmış olduğumuz düşünülmektedir. Kavramı bu şekilde, epistemik bir kırılmanın işareti olarak ilk kullananın Lyotard (1990) olduğu biliniyor. Bu epistemik kırılmayı Foucault ise (Foucault, 1994: 499) “Kelimeler ve Şeyler” kitabında “insanın ölümü”nü ilan ederek duyurmuştur. Antik çağdan itibaren bunun, felsefenin ikinci cinayetine karşılık geldiği ifade edilmektedir (Işık, 2008). Birinci cinayeti ise, Nietsche (2003:130) tanrının ölümünü ilan ederek duyurmuştu. Nietzsche’ye göre, onu biz öldürmüştük, hepimiz katildik. Tanrı’yı öldüren, insanlığın artık ölümsüz bir ruha inanma ihtiyacı duymamasıydı (Vattimo, 1999: 78,210).

 

Bu iki cinayet esasında, toplumdaki köklü değişimlerin neden olduğu düşünce sistemleri değişimine, önceki düşünce sistemlerinden köklü bir kopuşa, yepyeni kavrayışları açıklayacak yeni kavramlar setine ihtiyacımız olduğunun duyurusuydu.

Tanrı’nın ölümüyle Nietzsche’nin (2003:130) kastettiği, dini değerlerin/ Hıristiyan ahlakının artık güvenilmez, inanılmaz olmasıdır. Nietzsche’ ye göre ilahi olan, yani Tanrı artık dünyayı aşamıyordu. Bu, teolojik olan problemin, birden bire toplumsal ve tarihsel bir problem haline gelmesiydi. Bu klasik metafiziğin sonu, Tanrı’nın, artık bir “meta-söylem” statüsünü kaybetmesiydi (Murphy, 2000: 129).

 

Özetle tanrının ölümü, tanrı-kilise merkezli bir dünyadan insan-akıl merkezli bir dünyaya geçişin ilanıydı. Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli toplumsal düzenlemelerin aldığı bu çağa Modern Çağ ya da ‘Aydınlanma Çağı’ denilmiştir. Bu dönemde din adamlarının ortaya koydukları bazı tezler, bilimsel araştırmalarla çürütülmüştür (Çiğdem, 1993).

 

Aydınlanma öncesinde bilginin kaynağı Tanrı idi, bilgiye ulaşmanın yolu da din ve kiliseden geçiyor iken, bilginin kaynağı kutsal olandan, insan aklına geçmiştir. Bilgiye ulaşmanın yolu artık doğadır. İnsanların, doğayı kontrol altına alabilirlerse kendi yaşamlarını da kontrol altına alabilecekleri varsayılmıştır (Tatlı, 2010). Artık hayatın her alanına laik bir dünya görüşü hakimdir. On sekizinci yüzyıla gelindiğinde bütünüyle Avrupa seküler bir coğrafya görünümünü almıştır (Çiğdem, 1993).

İnsanlık tarihinde bir zaman gelip de hayatın düzenini ayarlamış olan değerler, formlar canlılıklarını yitirince yeni bir düzene kılavuzluk edecek düşünceler arandığı, Aydınlanmanın da bu çeşitten bir arayışın çabası olduğu ifade edilmektedir (Gökberk, 2000:290.) Modernizm oluşumunda, coğrafi keşif ve seyahatlerin, kilisenin otoritesine karşı verilen siyasal ve sosyal mücadelenin, sanayileşmenin, kentleşmenin, okur yazarlık oranının artışının, sosyal hareketlerinin ve değişimlerin hızlılığının da etkisi vardır. Geleneksel tarıma dayalı toplumsal bir yapıdan sanayiye dayalı toplumsal bir yapıya geçiş belirleyici olmuştur. Modernleşme kavramı; sanayileşme ve teknolojinin yayılması, toplumsal yaşamda bilginin rolünün artması, ticaretin yayılmasıyla ekonomik bütünleşmenin arması ve kırdan kente göçle oluşan zihinsel, kültürel ve yapısal değişikliği ifade etmek için kullanılmaktadır.

 

Alvin ve Heidi Toffler’a (1997: VII) göre, insanlık tarihinin sosyo-ekonomik açıdan dönemleştirilmesine yönelik farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Yazarlar, tarihte dönüşümcü değişim açısından pek az gerçek dönüm noktası yaşanmış olduğunu ve bu dönüm noktalarının tümünün, farklı bir zenginlik yaratma sisteminin ortaya çıkmasıyla ilgili olduğunu belirtmişlerdir. Düzenleme okulu (Aglietta, 1979) mantığına göre sermaye birikimi rejimi değiştiğinde, eski birikim düzenini destekleyen sosyal ve siyasal yapıların da yeni üretim ve zenginleşme düzeninin işleyişini mümkün kılacak biçimde dönüştürülmeleri gerekir. İşte daha II.Dünya Savaşı sonrası, artık yeni bir toplum çeşidinin belirmeye başladığından bahsediliyordu (Sarup, 1997:206). Modern toplum düzeninin temelleri doğa bilimlerindeki yeni buluşlarla sarsılmıştı. Kuantum fiziği, Öklid dışı geometri, Gödel ispatı, Heisenberg’in belirsizlik kuramı ve Einstein’in görecelilik kuramı (Erdemir ve Koç, 2010: 25-48 ) gibi buluşları modern kuramlar desteklemiyordu. Sosyal bilimlerde ise tek bilim anlayışının hegemonyasına ve araçsal aklın egemenliğinin yıkıcı sonuçlarına tepki büyümekteydi. Eski düzene büyüyen tepkiler 1968’de başlayan çiçek çocukları hareketinin özgürlük talepleriyle tüm dünyayı saran bir kültürel kopuşa değerlerin dönüşümüne neden oldu.

 

Batılı toplumların, II.Dünya Savaşından beri doğalarının radikal bir biçimde değişmesinin bilginin doğasında da değişme neden olduğu belirtilmekteydi. Lyotard’a göre, toplumların bilgisayarlaşması, bilginin meşrulaştırılma ve satılma tarzı, bunun işgücü kompozisyonu üzerindeki etkisi, bilgisayarlaşmış bilginin üretimin itici gücü haline gelmesi, bambaşka bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Modern dönemde, ulusların toprağın denetimine dayalı iktidarının yerini, bu yeni toplumda enformasyon denetimine dayalı iktidar almıştı. Bilgi, yönetim ve iktidar sorunuyla eşdeğer hale gelmişti (Sarup, 1997:191, 192) Bu hayli değişen toplumu, başka bir adla nitelemek gerekiyordu. Toffler (2006) bu yeni toplumu “kullan at” toplumu olarak adlandırıyordu. Bununla kastedilen, sadece kullanılan metaların bir kere kullanılıp atılması değil, aynı zamanda değerlerin, yaşam tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin, o zaman kadar edinilmiş alışkanlıkların ve öğrenilmiş her şeyin atılmasıydı. Her şey ne kadar hızla değiştirilirse tüketim de o oranda hızlanacaktı. İnsanların sahip olduğu her şeyin hızla avuçlarından kaydığı; insanları tutunduğu değerlerle birlikte ayaklarının altındaki zeminin kaydığı bir çaresizlikle baş başa bırakan bir çağa girilmişti.

 

Ve bu yeni toplumun yüzyüze olduğu sorunları çözme konusunda modern kuramların başarısız olduğu görülmüştü (Sarup, 1997:206).Bu dönüşümlere paralel olarak uzun süredir geçici tedbirlerle idare edilen ekonomideki tıkanıklık da 1970’li yıllarda kriz patlamasına neden olmuştu. Kriz, refah devleti uygulamalarının ve Avrupa merkezciliğin son bulmasına neden oldu, toplumları yeni kararlar almaya yeni yol ve yöntemler denemeye itti. Sonuç olarak, konomik ve askeri anlamda Amerikan hegemonyasında yeni bir servet yaratma düzeninin tüm dünya ülkelerinde adım adım hayata geçirilmesine neden oldu.

 

Yaşanan karmaşayı modernizmin sonuçları olarak görenler çoğunluktaydı. Ve ilk eleştiriler modernlerin kendilerinden gelmeye başlamıştı. Kilisenin taassubundan kurtulan aklın, kendi kilisesini kurduğu, orada mabutun insan aklının kendisi olduğu, Batı’nın, bir yanlıştan kurtulayım derken bir başka yanlışın içine düştüğü söyleniyordu (Gökberk, 2000:324) Hayatın her cephesine hakim olan tek bir bilim yöntemi pozitivizm ve onun epistemolojisi ciddi manada ilk defa sorgulanıyordu.Modernizm vaat ettiklerini yerine getirmemişti. Vietnam savaşı, Faşizm, dünyayı saran totalist yönetimler insanları umutsuzluğa sürüklemişti. Postmodern terimini 1960’da önce sanat eleştirmenleri kullanmaya başladı. Bu dönemde sanatçıların karamsar ruh hallerini aktardıkları yapıtlarını, Lyotard yeni bir sanat anlayışının ilk örnekleri olarak nitelemiştir.

 

Sonra Foucault (1994:499) bize, beşeri bilimlerin dayanağı olan insanın sahneyi terk ettiğini duyurdu. İnsanın ölümü teorisi, insan merkezli bir nesnel hakikat kavrayışının artık imkansızlığına işaret ediyordu. Felsefe yapmanın imkan ve olanakları bu noktadan itibaren başka bir yol izlemek durumunda kalacaktı. Dönemin felsefecileri, içinde bulunulan durumu postmodern durum olarak niteleyip çeşitli felsefi açılımlar yapmaya çalıştılar. Postmodern felsefe, en genel anlamıyla evrensel, tümel, nesnel ve rasyonel bilginin varlığına yönelik derin bir kuşkunun ortaya çıkmasının ürünüdür. 1970’lerde ise Lyotard ile birlikte kuramlaştırma çabaları başladı (Sarup, 1997:206). Felsefe, bu noktada postmodernizmin arkaplanındaki, teorik temeli olusturmaya çalıştı.

 

Lyotard'ın Büyük Anlatılar'ın artık sona erdiği tezi, Focault’nun bugüne kadar kendini ifade etmelerine izin verilmeyenlerin tarihini yazma çabaları, Levinas'ın ötekilik felsefesi, Derrida'nın yapısökümcülük'ü, Rotry'nin çoğul hakikatlere yaptığı vurgu, Deleuz'un şizoid analizler'i, Roland Barthes'ın göstergebilim'i, Kristeva'nın metinlerarasılık’ı, Laclau ve Mouffeu'nun anlamın kapatılamazlığı hakkındaki çözümlemeleri modernizmin ikili karşıtlarının hep ikincisine (modernizmin tabi kıldıklarına) söz hakkı tanıyan yeni postmodern felsefi açılımlardı.

 

Postmodern felsefe Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturan rasyonalizmin, yani nesnel bilginin akıl yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan inancın sarsılması ile birlikte başlamış ve bütün olarak modern felsefenin temel kategorilerinin sorunsallaştırılması ve bu kategorilerin işletildiği epistemolojik ilkelerin yerinden edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu, metafiziksel felsefenin de sonudur.

 

Bugün orta yaşlarını süren herkesin kolayca hemfikir olabileceği gibi, insanların hayatlarını kazanma biçimi, eğlenme ve dinlenme biçimleri, iş yapma süreçleri, ilişkiler ve değerler bundan 30-40 öncesinden bütünüyle farklı, hiçbir şey alışkın olduğumuz gibi değil. Bunu kabul etmesine ediyoruz da, bu yeni toplumu kavrama çabaları ve kuramlaştırma çabalarına neden bu kadar karşı tavır sergiliyoruz, bu pek anlaşılır gibi görünmüyor. İlginç bir şekilde bu tavır bundan 14 yıl önce “postmodernizm” üzerine ilk derleme kitabı hazırlayan Mehmet Küçük’ün de, yakındığı tavrın aynısıdır. Küçük bu kitabın önsözünde, postmodernizm ve onun çevresinde cereyan eden tartışmaların ülkemizde hiç de konukseverce karşılanmadığından, alışkın olunan konumları sarsan etkenleri yok sayıcı, aşağılayıcı tutum alışın mukadderatından söz etmekteydi.

 

“Postmodernizm” ilk 1990 yılında Ahmet Çiğdem’in Lyotard çevirisiyle Türkçe literatüre girdiğinden itibaren esasında çok yoğun ilgiyle karşılaşmış ve o zamandan buyana neredeyse tüm literatür hızla Türkçe’ye kazandırılmıştır. Bu yoğun ilgiye karşın, halen postmodernizmin içindeki çok çeşitli duruş ve karşı duruşların yok sayılıp monoblok bir gövde gibi değerlendirilmesi, konuya modernizm-postmodernizm ikili karşıtlığı içinde yüzeysel yaklaşılması, bu konuda daha fazla bilimsel toplantı düzenlenmesi ve konunun daha fazla tartışılması gereğine işaret ediyor.

 

Mantık, Matematik ve Felsefe (MMF) Sempozyumunun sekizincisi, herhangi bir başka konu dolayımıyla değil de salt postmodernizmi konulaştırması ve bunu çok disiplinli bir toplantıda masaya yatırması anlamında ve bu konuda şimdiye değin düzenlenmiş sınırlı sayıda toplantıdan farklı bir şey yapmıştır. 2003 yılından bu yana kesintisiz sürdürülen MMF Sempozyumunun sekizincisi 15 Eyl 2010 tarihinde yine Eski Foça’da düzenlenmiştir. Her yıl farklı bir tema çerçevesinde düzenlenen MMF sempozyumlarının tümünün tek başına düzenleyicisi olan İstanbul Kültür Üniversitesi, bu kez sempozyuma başlık olarak “Bilim, Felsefe ve Sanatta Postmodern Yaklaşım” başlığını seçmişti.

 

Matematik, Fizik, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk, Eğitim, Yönetim, Kamu Yönetimi, İletişim, Tarih, Psikoloji, Mühendislik, Sinema, Resim, Plastik Sanatlar ve Mimari gibi çeşitli bilim ve disiplin alanlarını bir araya getiren sempozyum, hem konunun bir toplantıda tartışılıp tüketilemeyecek kadar geniş olduğunu hem de çeşitli disiplinlerin yaklaşımlarının farklılığını göstermesi anlamında önemliydi.

 

Bu kadar disiplin ve yaklaşım çeşitliliğine karşın, Sempozyumda ortak bir dil oluşması ilginçti. Sempozyum ortak dili, sadece yeni ve bize pek sevimsiz görünen postmodern durumu yadsımakla kalmıyor, aynı zamanda mevcut duruma açıklama getirmeye çaba gösteren kuramcıları da yadsıyordu. Ortada, bilimde, sanatta, mimaride, tarih ve mekan algısında değişen bir şeyler olduğunu kuşkusuz kimse yadsımıyordu. Genel algı, postmodern durumu bir olgu olmak yerine bir sosyal inşa olduğu yönünde idi. Toplantıda çeşitli postmodern kuramcıların kavramlaştırmaları ışığında, çeşitli durum tanımlamaları, sanatta ve gündelik hayatta postmodern denilebilecek uygulama örnekleri aktarıldı. Fakat nedense postmodern durumu açıklayan Postmodern kuramcılardan bir sövgü gibi söz edilmesi doğrusu çok şaşırtıcı idi.

 

Mademki yepyeni koşullarla karşı karşıya olduğumuzda hemfikiriz, bu yeni koşullarda bilim yapma imkanlarını, siyaset yapma imkanlarını, ne tür değerlerle karşı karşıya olduğumuzu birileri çıkıp bize açıklamaya kalktığında neden o düşünürlere sanki mevcut durumu onlar kurgulamış gibi düşmanca bir tavır sergiliyoruz? İşte bu pek anlaşılır görünmüyor. Evet postmodern durum olarak adlandırdığımız içinde bulunduğumuz durum pek parlak değil, fakat bu durum, mevcut durumun özelliklerini ortaya koyan ve bu durumu izah edecek kuramlar bulmaya çalışan postmodern kuramcılar olarak nitelediğimiz düşünürlerin bir icadı değil. Ortada bir toplumsal inşa varsa da bu konuda bütün kuramcıları aynı kefede tartmak pek doğru değil. Bunu belirtmenin yolu, bu konuda belki bir çalışma yapıp kimler kimin penceresinden bakıyor, hangi kuramcıyı hangi siyasal kurumlar ya da vakıflar fonluyor ortaya koymaktır. Kuramcıların her biri, durumu bir ucundan tutarak açıklamaya çalışıyor.

Gelinen nokta; körün fili tanımlama çabaları gibi çok eklektik, bütünlenemeyen, farklı bakış açılarının ve farklı açıklama çabalarının bir arada olduğu, netleşmeye değil de bulanıklığın artmasına hizmet eden bir görünüm arz etse de, bu onların bir suçu değil. Kaldı ki pek çoğunun da konuya en az toplantıya katılan bilim insanları kadar eleştirel yaklaştığı biliniyor. Mevcut kuramlarımız, alet çantamız yaşananları aşma konusunda bize yardımcı olamıyorsa, yeni kuramlara açık olmak, yeni bir alet çantası edinmekte bu kadar direnmemeliyiz. Kuramlar inanmak için değil, dünyayı daha iyi kavramak için olduğuna göre, bizim de onları yadsıma nedenimizin daha iyi bir açıklama getirebilmesi ya da getirememesi anlamında olması gerekmez mi?

 

Bu konu başlığı açıklandığında, doğrusu tartışmaların daha üretken bir zeminde yapılacağını düşünerek çok heyecanlanmıştım. Bütün bilim ve disiplinlere açık olan bu toplantının artısı, farklı alanlarda kuramlaştırma çabalarında gelinen noktanın ve yeni anlayışı sergileyen uygulamaların tartışmaya taşınmasıydı. Fakat tartışmalar maalesef “postmodernizm kötüdür-modernizm iyidir”in ötesine geçemedi.

Türk tartışma kültürü, maalesef karanlığa küfretmekten ayıp, bir mum yakıp, çözüm üretme aşamasına bir türlü geçemiyor. Beklentim, farklı kuramcıların mevcut durumu kuramlaştırırken direnme imkanlarını tıkaması ya da göstermemesi, siyaset yapma imkanlarını bilerek tıkaması ya da mevcut durumun nasıl aşılacağı konusunda kasten ya da imkan dahilinde bulmadığı için yeni yol ve yöntemler önermemesi yönünde eleştirileceği, postmodernizmin asıl sorunu olan insanlığın ufkunu karartması ve gelecek vaat etmemesi konusunda hararetli tartışmaların kopabileceğiydi. Bu olmadı.

Örneğin, postmodern sanat, postmodern mimari neye tepkiydi, tümüyle kötü müydü? Espri katılmış yeni binalar, modernizmin hapishaneyi andıran tek tip büyük binalarından ne anlamda kötüydü? Daha mı az fonksiyoneldi? Daha mı az estetikti? Doğrusu bu ve benzeri konuları diğer disiplinlerden gelen meslektaşlarımızla tartışamadık.

 

Bu sempozyum bize, Postmodernizmin, ontolojik, epistemolojik, metodolojik vb. anlamda spesifiye edilerek masaya yatırılacağı daha fazla toplantıya ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Şimdilik, bu türden bilimsel toplantıları düzenleyenlerin, belki de postmodernizm gibi kapsayıcı konuların bir toplantıda yeterince tartışılamadığını görerek, izleyen toplantılarda daha sınırlı başlıklar açarak aynı konuyu tartışmaya devam kararı alabileceklerini umalım. Postmodernizmin insan anlayışı, toplum anlayışı, sanat anlayışı, kent anlayışı, bilim anlayışı, siyaset felsefesi gibi açılabilecek başlıklarla daha çok ve daha sık tartışılmasında fayda olduğu anlaşılıyor.

 

Toplantının çıktısı ne idi, diye soracak olursak tek bir çıktı vardı ki o da “daha bu tartışmalar çok su kaldırır” olarak ifade edilebilirdi. Bu tür kapsayıcı başlıklar altında düzenlenen toplantılarda hele bu toplantı farklı disiplinleri buluşturmuşsa toplantıdan bir çıktı beklemektense tartışmalarda çıtanın yukarıda tutulması daha fazla önem kazanmaktadır. Bu konuda da artık bir şeyler yapılması gerekmektedir. Bilimsel toplantılarda tartışmaya daha fazla zaman ayrılmasından söz etmek bir yana, daha çok bildiriye yer vermek adına, neredeyse tartışma zaman ve zemini giderek yok edilmektedir. Son yıllarda bilimsel toplantıların, bilimde yeni çalışmaların tartışıldığı zeminler olmaktan uzaklaştığı, herkesin kendi bildirisini okur okumaz salonu ve toplantıyı terk ettiği serbest kürsülere dönüşme eğilimine girdiği gözlenmektedir. Belki bu türden toplantılara emek verenler, bu vesileyle bir oturumu da toplu tartışmaya ayırma ve ileriki toplantılarda daha fazla tartışma zemini yaratmayı düşünebilirler.

 

Kaynaklar

Aglietta, M. (1979) A Theory of Capitalist Regulation: London
Baudrillard, Jean (1991). Tüketim Toplumu (Çev. Adanır Oğuz), 1. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Bell, Daniel (1976); The Coming of Post-Industrial Society, New York:Basic Books,
Çiğdem, Ahmet (1993) Aydınlanma Felsefesi, İstanbul: İletişim Yayınları
Debord, Guy (1996); Gösteri Toplumu ve Yorumlar (Çev. Ekmekçi Ayşen ve Taşkent Okşan), 1. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Erdemir ve Koç, (2010) Postmodernizm ve Komplekslik: Örgüt Kuramı Bağlamında
Paradigmatik Bir Tartışma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İibf Dergisi, Nisan 2010, 5(1), 25-48
Foucault, Michel (1994). Kelimeler ve Şeyler/ İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi. (çev. M. Ali Kılıçbay). Ankara: İmge Kitabevi.
Giddens, Anthony (1994); Modernliğin Sonuçları (Çev. Kuşdil Ersin), İstanbul: Ayrıntı Ya.,
Gökberk, Macit (2000) Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi
Habermas, J. 1994 Modernlik - Tamamlanmamış Bir Proje, (Çeviren: Gülengül Nalib),
Postmodernizm (Derleyen: Necmi Zeka, İstanbul: Kıyı Yayınları
Hassan, I.(1985) The Culture of Postmodernism, Theory, Culture and Society 2(3). 119-31.
Işık, Server (2008) Çifte Cinayet: Tanrı’nın Ölümünden İnsanın Ölümüne http://www.derindusunce.org/2008/11/04/cifte-cinayet-tanri’nin-olumunden-insanin-olumune/
Jameson, Frederic (1990).Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı (Çev. Nuri Plümer) 1. Basım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Lyotard, Jean F. (1990). Postmodern Durum (Çev. Çiğdem Ahmet), 2. Basım, Ankara.Vadi Yayınları
Murphy, John W. (2000). Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri. (çev. Hüsamettin Arslan). İstanbul: Paradigma Yayınları.
Nietzche, Friedrich (2003). Şen Bilim. (çev. Levent Özşar) Bursa: Asa Yayınları
Parker,M. (1992), “Post-Modern Organizations or Postmodern Organization Theory?”, Organization Science, 13:1, 001-017.
Rosenau, P. M. (1998); Postmodernizm ve Toplum Bilimleri (Çev. Küçük
Mehmet), 1. Basım, Ark Ya., Ankara.
Sarup, M. (1997) Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm (Çeviri : Abdülbaki Güçlü) Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları
Tatlı, Zehra (2010) “Postmodern Dünya” http://www.gencufuk.com/home/yazilar/postmodern-dunya (İndirme 2 Ekim 2011)
Toffler Alvin (1981)Üçüncü Dalga. İstanbul: Altın Kitaplar
Toffler, A. ve Toffler, H. (1997); “Önsöz”, der. Gibson, Rowan (1997);
Geleceği Yeniden Düşünmek, 1. Basım, Sabah Ya., İstanbul.
Toffler, A. (2006), Şok Gelecek Korkusu 2. Basım Çeviri : Selami Sargut İstanbul,
Vattimo, Gianni (1999). Modernliğin Sonu. (çev. Şehabettin Yalçın). İstanbul: İz Yayınları.

ContactspcBanaspcCreative Commons Licenseİçeriğimiz CC BY-NC
spcUlaşınspcLisansına tabidir

w3c HTML CSS Compatible

* * * Site kullanım şartlarını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz * * *