Ana Sayfa > Akademik > Bildiriler > Söylemin Düzeni

Söylemin Düzeni

Söylemin Düzeni ve Akademinin Söylemi
The Order of Discourse and the Discourse of the Academia

Şükran Gölbaşı*
Veli Urhan**

(2010) Akademi ve Gündem, 5. Karaburun Bilim Kongresi bildiri özetleri kitabı,
Eylül, 2-5 Karaburun/Mordoğan, İzmir: Emre Basımevi

Özet

Bu çalışmada, akademinin kendi gündemini belirleme yeteneği sorunsallaştırılmıştır. Akademi acaba kendi gündeminin oluşturulmasında, söylem ve çözüm alanına taşınmasında ne kadar söz sahibidir? Çalışmada, bilim topluluğunun ortaklaşa tutum aldığı ya da alamadığı durumlar, bunun nedenleri ve akademinin kendi gündeminin üretimi ve söylem alanına taşınmasında ne tür güçlüklerle karşılaştığı, akademi üyelerinin gündelik tecrübelerinden hareketle incelenmiştir. İncelemede, fenomenolojik yöntem kullanılmıştır. Hem örgütlü mücadele içinde hem de üniversite üst yönetiminde görev alarak bilim kurumlarının yönetiminde karşılaşılan güçlüklere tanık olmuş bilim insanları, araştırma örneklemine seçilmiştir. Akademik söylemin üretimi ve denetimi, Foucault’nun “söylemin düzeni” kavramından hareketle incelenmiştir.

Araştırmanın ön bulguları, akademinin kendi gündemini belirlemesinde topluluğun kendinden kaynaklanan sorunlar üzerinde dururken, gündemin meşrulaştırılmasında medyanın olumsuz etkileri ve gündemin gerçekleştirilmesinde ise, yükseköğretim sisteminin yapısından kaynaklanan sorunlara işaret etmektedir. Bilim topluluğu, kendi sorunlarına ilişkin hep medya, siyaset gibi dışarıdan çevrelerin çizdiği çerçeve içinden itirazlarını dile getirmeye zorlandıklarının, kendi üst kurumlarının da bu tabi rolü pekiştirici rol oynadığının altını çizmektedir.

Anahtar sözcükler: Akademinin söylemi, söylemin düzeni, gündem, bilgi-iktidar ilişkisi

* Dr., İstanbul Kültür Üniversitesi, Yönetim ve Organizasyon
** Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Felsefe

Giriş

Bu çalışmada, ülke gündeminin önemli bir parçası olduğunu düşündüğümüz, akademinin kendi gündemini belirleme yeteneği sorunsallaştırılmıştır. Akademi acaba kendi gündeminin oluşturulmasında, söylem ve çözüm alanına taşınmasında ne kadar söz sahibidir? Bilim topluluğu, kendisini ve üniversitelerimizi doğrudan ilgilendiren konularda kendi gündemine sahip çıkabilmekte midir? Üniversitenin sorunlarını kimler tartışıyor? Hangi çevreler, üniversitelerimizin sorunlarının önceliklerini, çerçevesini belirliyor? Çözüm üretecek komisyonları kimler kuruyor? Tasarıları kimler hazırlıyor? Kimler ne türden çözümler üretiyor? Bu çalışmada, YÖK’ün denetiminde oluşturulan görüşler ya da komisyonlar dışında akademi topluluğunun kendi oluşumlarının, tasarılarının, olmazsa olmazlarının ve kırmızı çizgilerinin neler olduğunun ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu bağlamda, tek tek bazı üniversitelerin, bazı öğretim üyeleri derneklerinin, bireysel çabaların ve resmi oluşumların dışında, tüm üniversitelerin örgütlü bir şekilde ortaklaşa tutum aldığı ya da alamadığı durumlar, bunun nedenleri ve akademinin kendi gündeminin üretimi ve söylem alanına taşınmasında ne tür güçlüklerle karşılaştığı, akademi üyelerinin gündelik tecrübelerinden hareketle incelenmiştir.

İncelemede, bir olgunun tanımlanmasında bireysel tecrübeleri odağa alan fenomenolojik yöntem kullanılmıştır. Bu yaklaşımda, gerçeklik bireyden bağımsız objektif bir olgu değildir ve tek bir gerçeklikten söz edemeyiz Bu durumda, objektif ve bireylerden bağımsız bir dünya yerine, bireysel tecrübelerden oluşan çoklu gerçeklikler ve değişken bir sosyal dünyadan söz edebiliriz (Baş ve Akturan, 2008: 84-5, 87-8). Fenomenolojik araştırmalarda çıkış noktası bireysel tecrübeler olduğu için, üniversitenin sorunları ile ilgili tecrübeleri yaşayan bireyler bu araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Fenomenolojik araştırmalarda, daha fazla bireyle görüşmenin yani örneklem genişliğinin, daha fazla bilgi elde etmeyi sağlamadığı, elde edilen bilgilerin kalitesinin önemli olduğu ifade edilmektedir (Baş ve Akturan, 2008: 90). Bu nedenle kaliteli bilgi ve deneyimlerin elde edilebileceği bireyleri tespit eden amaçlı örnekleme stratejisi tercih edilmiştir. Böyle bir seçimden amaç, öğretim üyeliğinin yanı sıra hem örgütlü mücadele içinde yer almış hem de bilim kurumlarının yönetiminde karşılaşılan güçlüklere tanık olmuş bilim insanlarının kişisel tecrübelerinden yararlanmaktır. Verilerin elde edildiği öğretim üyeleri, üniversitelerimizde çeşitli üst kademelerde birden fazla dönem yöneticilik yapmış ve/veya halen bu görevlerini sürdüren, TÜBA, TUBİTAK ve YÖK’te çeşitli kademelerde yöneticilik ve kurul üyeliği yapmış ve/veya yapmakta olan, örgütlü akademik mücadelenin başından beri çeşitli kademelerinde aktif üye ve yönetici olarak görev almış ve/veya halen bu görevde olan, üniversitenin sorunları ile ilgili görüş üreten, yazan ve bu konuda ortaklaşa bir metin ve proje ortaya çıkarmak için geçmişte çaba sarf etmiş ve halen bu mücadele içinde olan kişilerdir. Bu nedenle hedefi sayısal olarak çok kişiye ulaşmak olmayan bu araştırmanın nitelikli verileri elde edeceği yeterli üyeye erişmiş olduğu düşünülmektedir.

Araştırmaya konu edilen akademik söylemin üretimi ve denetimi, Fransız Düşünce Sistemleri Tarihçisi Michel Foucault’nun (2001) temel kavramlarından biri olan “söylemin düzeni” kavramı ve gündem belirlemede medya-siyaset ilişkileri bağlamında yorumlanmaya çalışılmıştır. Araştırma için görüşmelere, 2009-2010 eğitim döneminin akademik takviminin sonlarına doğru başlandığı için araya sınavların ve tatilin girmesi erişilen akademisyen sayısını sınırlamıştır. Toplanan mevcut görüşmeler üzerinden araştırmanın ön bulguları raporlaştırılmıştır. Türk Üniversite Sistemini iyi tanıyan kişilere erişilebildiği ve şu ana kadar toplanan verilerin bu konuda bir şeyler söylemek için yeterli niteliğe sahip olduğu düşünülmektedir. Araştırma halen devam etmektedir. Araştırma bulguları, görüşmelerden homojen bir sonuç çıkarma yerine, anlama ilişkin farklı hikayelerdeki benzerlik ve farklılıklar üzerinden gidilerek yorumlanmıştır.

Söylemin Düzeni

Michel Foucault’ya göre, görünenin kendine özgü bir düzeni bulunduğu gibi, söylenenin ya da söylemin de kendine özgü bir düzeni bulunur. Foucault’nun Arkeoloji, Genealoji ve Etik kavramlarının belirlediği düşünce hayatının birinci, yani Arkeoloji evresinde kaleme alınmış en önemli eserinin adı Kelimeler ve Şeyler’dir. Burada “Şeyler” görünen, “Kelimeler” ise söylenen karşılığı olarak kullanılmıştır. Foucault için, görüneni bilmek demek onu ifade birlikleri haline getirmek, yani söyleme dönüştürmek demektir.

Söylemin çok karmaşık bir gerçeklik olduğuna, ona farklı yöntemlerle ve farklı düzeylerde yaklaşmamız gerektiğine inanan Foucault, bilginin ve söylemin sistematik inşasını, toplumsal pratikle üst üste bindirilmiş dil sistemleri olarak kavramlaştırmıştır (Urhan, 2000: 19-20). O, söylemin düzeni’nde bir söylemin kontrol altına alınması ve sınırlandırılmasının, sözün yasaklanması, normal-anormal ayrımı ve doğruluk istencinin yanı sıra, yorum, yazar ve konuşan özne olmak üzere üç yolunun bulunduğunu öne sürmektedir (Foucault, 1971: 21-48). Foucault, felsefe tarihi içerisinde söylemin gerçekliğinin ortadan kaldırılışının çok farklı biçimlerde ortaya çıktığını düşünmektedir. Bunun Batı toplumlarında, ya dilin boş kalıplarını doğrudan kendi niyetleriyle doldurmakla görevli modernitenin “kurucu özne teması” yoluyla ya da Logos’un imkân verdiği “evrensel aracılık teması” yoluyla olabileceğini ifade etmiştir (Foucault, 1971: 50).

Foucault’ya göre, “söylemsel oluşum” yüzeysel değil derinlemesine olan bilgiyi içerir. O, eserlerinde yüzeysel olan bilimi (connaissance) değil, derinlemesine olan bilgiyi (savoir) arkeolojik çözümlemenin konusu yapmıştır. Foucault, her söylemsel oluşumun kendisiyle ilişkili bulunduğu olgusal bir karşılığının bulunması gerektiğini belirtmektedir, bunları pozitiflik ya da “söylemsel-olmayan oluşum” (formation non-discursive) olarak adlandırmaktadır. Bizim burada tartışmaya konu etmeye çalıştığımız “Akademinin Söylemi”nin pozitifliği, olgusal tabanı ya da fenomeni, kurumsal bir bütün olarak “Akademi”nin kendisidir.

Foucault asıl tahakkümün, bilimsel hakikat ve doğruluk rejimi üzerinden yürütüldüğünü iddia etmektedir. O, iktidarı bir ilişkiler ağı olarak tanımlamıştır. Önemli olan iktidar ilişkilerinin kristalleştiği kurumlar değil, iktidar ilişkilerinin kendisidir (Urhan, 2007: 99-118). Dolayısıyla bazı kurumları, kurumların politikalarını ya da orada çalışan insanları değiştirmek, oradaki iktidardan kurtulmak için yeterli değildir. Değiştirilmesi gereken iktidar ilişkilerinin doğasıdır. Bu durumda mücadelenin, kurumlara karşı değil, o kurumlarda geçerlilikte olan, onları meşrulaştıran söylemlerin hakikati söylüyor olma iddialarına karşı verilmesi gerekir. Bu da Foucault’nun çalışma biçimi ile, insanların kendi rızaları ile vazgeçtikleri bir takım pratikler ve deneyim biçimlerinden vazgeçmelerini sağlayan söylemlerin sorunsallaştırılması suretiyle yapılabilirdi. Peki bunu kim yapacaktır? Bunu yapacak olan, toplumun söylem hakkını meşru kıldığı aktörlerdir.

Bourdieu’ya göre bunlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, akademisyenler gibi sembolik seçkinler olarak adlandırılan gruptur. Toplumda bunlar söylem üretme hakkına sahiptir. Sembolik seçkinler ya da iktidar seçkinleri olarak adlandırılan bu grubun, söylemin üretim ve denetimini ellerinde bulundurdukları ifade edilmektedir. Toplumsal iktidarın kurulmasında ve yeniden üretiminde bu seçkinlerin önemli rol oynadığı belirtilmektedir (Rigel, 2000: 192, Mora, 2008). Söyleme erişim açısından sembolik seçkinlerin kimi iktidar gücünü, kimi ekonomik gücünü kullanmaktadır. Akademisyenlerin gücü ise, söylemlerinin hakikat iddiası taşımasından kaynaklanmaktadır. Medyada söylemin dağılımı ve içeriğinin, medyanın mülkiyet yapısına göre kimi zaman devletler, kimi zaman büyük şirketler ya da haber kaynakları ve aktörleri tarafından denetlendiği görülmektedir.

Ticari işletme mantığı ile çalışan medyanın, özel mülkiyet esasına dayalı mevcut düzenin ve statükonun devamlılığını sağlamak amacını taşıyacağı, bu nedenle de, egemen gücün ve egemen kültürün yeniden üretilmesine yönelik yayıncılık anlayışı içinde olacağı ifade edilmektedir (Rigel, 2000: 189, 191; Mora, 2008). Acaba bu mevcut koşullarda, bilimsel verilerle konuşan, bu nedenle meşruiyetini hakikat iddiasından alan her akademisyenin her türden söyleme erişim şansı, kendi gündemini tartışmaya açma şansı var mıdır? Foucault’ya göre, söylemin düzeni ile toplumun düzeni aynı şeydir ve mevcut düzenin sürdürülmesine tehdit oluşturabilecek söylemlerin gündeme taşınması, sistemin türlü aygıtları ile denetlenmektedir. En bilinen denetim yollarından biri yasaktır, yani her önüne gelenin her şeyi söyleme hakkı yoktur. Bir başka denetim yolu normalleştirme politikalarıdır. Normalleştirme politikalarıyla dışlananlar, konuşsa bile sözünün bir değeri bir ağırlığı yoktur, söyleminin yayılabilmesi, diğer insanlar tarafından duyulabilmesi imkanı yoktur. Söylemi denetlemenin bilinen bir başka mekanizması ise, bazı konuların tabu ilan edilmesidir. Ve sonuncusu ise doğruluk istencidir (Foucault, 2001:10,11,14). Yukarıda sayılan dışsal mekanizmaların yanı sıra, söylemi önemli bir sınırlama biçimi de içseldir. Bu, yaygın söylemin zamanla toplum tarafından içselleştirilmesi, kanıksanması ve artık sorgulanmaktan kurtulmuş olmasıdır (Foucault, 2001:16). Bir başka denetim ilkesi, disiplinlerin söylemi sınırlamasıdır. Bu kuralların sürekli yeniden güncelleştirilmesi suretiyle yapılmaktadır (Foucault, 2001:21). Konu sınırlamasının yanı sıra söyleme erişecek kişilerin seyreltilmesi de söylemin denetiminde kullanılan stratejilerden biridir. Söylemlerin devreye sokulduğu koşulları belirlemek suretiyle, söyleme erişebilecek kişiler belli kurallara uymaya zorlanarak, her önüne gelenin söyleme ulaşmasına izin verilmez, böylece söylemde bulunacak kişiler ayıklanır, seyreltilir (Foucault, 2001:22).

Söyleme erişimin bu kadar çok ve çeşitli yollarla denetlendiği modern toplumlarda, kurulu düzenin kurum ve kurallarının yaslandığı hakikat iddialarını sorgulamaya kalkan, farklı bir gündemin izini süren akademisyenin sözünü duyurma şansı acaba nedir? Akademisyen neden kurulu düzeni değiştirecek talepte bulunur? Yeni kurumsal kurama göre, kurumlarının işleyişinden memnun olmayan aktörler çıkarları aleyhine işleyen kurumların meşruiyetlerini sorgulamaya başlarlar (Seo ve Creed, 2002). Bu durumda sosyal becerilere sahip aktörler, kurumların gündemine karşıt bir gündem oluşturarak kendi önceliklerinin konuşulmasını, tartışılmasını, gerçekleştirilmesini isteyebilirler. Fligstein (1997:399). Kurumsal dönüşümleri geçekleştirecek aktörlerin bazı becerilere sahip olması gerekir. Bu çalışmada, bu becerilerden ikisinin önemi üzerinde duracağız; bunlar gündem belirleme ve çerçevelemedir Gündem belirleme, diğerlerinin hangi parametrelerle tartışabileceğini belirlemektir. Çerçeveleme ise, bir konunun hangi kavramlarla ve nasıl tartışılacağına yön vermektir. Diğerlerine neyin, nasıl tartışılabileceğini kabul ettirmenin, oyunu yarı yarıya başarmak anlamına geldiği belirtilmektedir (Fligstein, 2001).

Gündem kavramı, “toplantılarda görüşülecek konuların bütünü” olarak tanımlanmaktadır (http://www.tdk.gov.tr). Gündem belirlemek, nelerin sorun olarak tanımlanabileceğini, nelerin konuşulabileceğini, hangi kavramlarla konuşabileceğini, kimlerin bu konuda konuşabileceğini de belirlemek demektir (Fligstein, 1997). Gündem belirlemek, kuşkusuz doğrudan doğruya güç ile alakalı bir şeydir. Güçlü olan her zaman gündemi kendi çıkarları doğrultusunda belirlemekte ve diğerlerine de bu çerçeve içinde kendini ifade imkanı kalmaktadır, çünkü gündem belirlemek bazı sorunları içeri alan ve bazı sorunları da dışarıda bırakan güçlü bir çerçeve çizmek anlamına gelmektedir. Bu çerçevenin giriş kapısında bekleyen sistemin eşik bekçilerinin bir görevi vardır. Bu görev, ötekileri ve ötekilerinin sorunlarını, çözüm alanına taşıyacak bu çerçevenin içine sokmamaktır.

Bireylerin, kurumların ve toplumların yapılacak işlere yönelik bir öncelik sıralamaları vardır. Bireyler bu sıralamaları kendileri oluştururken, kurumların ve toplumların gündemlerinin oluşturulmasında çok sayıda etmen işe karışmaktadır. Toplumların gündemini, o toplumu örgütleyen her bir kuruma ilişkin çözümlenecek sorunlar oluşturmaktadır. Bu sorunların hangisinden başlanarak çözüme kavuşturulacağı siyasetin konusudur. Araştırmalar (Yüksel, 2007) toplumun sorunlarının hangilerinin öncelikli olduğuna ilişkin sıralamada medyanın payını yadsımamamız gerektiğini göstermektedir. Medya, önemli bulduğu ya da öncelik verdiği konuları gündeme getirerek bunların toplumda önemli ya da öncelikli konular haline gelmesini sağlama gücüne sahiptir. Medyanın bu gücünden bir çok kaynak yararlandığı için buna genellikle kısıtlama getirilir. Türkiye’de 1931’de çıkarılan basın kanuna göre devlet, ülkenin genel politikalarına aykırı yazıları basan dergileri kapatma hakkına sahiptir (Keyder, 1999:138). Bu güçlü olan tarafın, mevcut düzeni onaylamayan kurumları, kişileri ve söylemleri kapatmaya çalıştığını göstermektedir. Böylece ya normalleşecek (düzenle uyumlu hale gelecek ya da kapatma ile söylem alanının dışına çıkarılacaktır.

Medyanın gündemi ile kamuoyunun gündemindeki konuların önem sıralamasının her zaman birbiriyle örtüşmediği bilinmektedir. Medya ve siyaset ilişkilerinde, medyayı elinde bulunduranların siyasal tercihleri veya eşik bekçisi olarak adlandırılan üst düzey karar alıcıların tutumları belirleyici olmaktadır (İnal, 1999:19). Türkiye'de medyanın, sahiplik yapısı ve devlet mekanizmalarıyla iç içe olması (Cangöz, 2002), düşük tirajları ve sınırlı sermayesiyle (Sönmez,1996:77) özerk olmadığı iddia edilmektedir. Bu nedenle de medyanın olaylara ve olgulara yaklaşımının her zaman resmi kurumların söylemiyle örtüştüğü belirtilmektedir (Cangöz, 2002). Bu koşullarda ülkenin öncelikli konularından bağımsız düşünemeyeceğimiz üniversitelerin gündeminin medyada ne ölçüde gerçekçi olarak yansıtılacağı bu tartışmanın başka bir boyutuna dikkat çekmektedir.

Basın bir konuya dikkat çektiğinde, kitlelerin o konunun önemli olduğuna inanma eğilimi içine girdiği belirtilmektedir (Yazar, 2008). Üzerinde düşünülecek konular, bu konu hakkında düşünülebilecek şeyler ve düşünme biçimlerinin medya seçkinleri tarafından tayin edildiği iddia edilmektedir (Avcı, 1990; Yazar, 2008). Merkez medyanın gündem oluşturmak istediğinde, çeşitli iletişim unsurlarını ustaca kullandığı, köşe yazarlarının bir fikri kamuoyuna benimsetmek istediğinde, ısrarlı ve hedef odaklı yazılar yazdığı belirtilmektedir. Siyaseti yönlendirmek ve gündemi değiştirmek amacıyla medya çok önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Medya, olayları yeniden çerçeveleyerek konunun istenilen unsurlarını öne çıkartmakta, kamuoyu resmin ancak gösterilmek istenilen kadarını görebilmektedir. Yapay gündemlerin söylem alanını işgal etmesiyle, gerçek sorunların tartışılamadığı ve bunun toplumun o sorunlarla baş etme yeteneğini yok ettiği ifade edilmektedir (Yazar, 2008).

Akademinin Söylemi

Söylem bu kadar iyi denetleniyorken ve siyasetin ve çeşitli holdinglerin kontrolünde olduğu iddia edilen medya pek de kamuoyunun gündemiyle örtüşmediği anlaşılan bir yayın anlayışı ile yönetiliyorken acaba akademi ne ölçüde kendi gündemini üretebilmekte ve söylem alanına taşıyabilmektedir? Akademinin söylemi ne ölçüde dışsal ve ne ölçüde içsel mekanizmaların denetimindedir? Her akademisyen konuşabilmekte midir? Konuştuğunda sesini duyurabilmekte midir? Diğerlerinin, akademinin gerçek sorunlarını tartışmasını sağlayabilmekte midir? Önceliklerinin siyasetin gündemine girmesini sağlayabilmekte midir? Gündemini oluşturmada, söylem ve çözüm alanına taşımada ne tür sorunlarla karşılaşmaktadır? Bu sorunlara ilişkin akademisyenlerin kendi deneyimleri acaba nedir?

Üniversitelerimizin çözüm bekleyen en önemli sorunları konusunda akademisyenler, gündem sıralamasında ilk sekiz sıraya aşağıdaki sorunları yerleştirmişlerdir.

1 Özerklik sorunu (Siyasal iradeden, YÖK’den ve piyasadan bağımsız olma)
2 Yeterli donanıma ve kaynaklara sahip olmadan açılan yeni üniversite ve bölümler açma sorunu
3 Nitelikli öğretim üyesi bulma/çalıştırma sorunu
4 Kalite sorunu (yönetici, öğretim üyesi, yayın ve öğretim kalitesini tutturacak kriterler olmaması
5 Bir bilim politikası, kısa ve uzun vadeli hedeflerin olmaması sorunu6 Mali Özerklik sorunu
7 Üniversitede yöneticilerin belirlenme tarzı sorunu
8 Yeni bir yüksek öğretim yasası ihtiyacı sorunu

Akademisyenlerin gündem önceliği konusunda aralarında en fazla görüş birliğine sahip oldukları konunun “özerklik sorunu” olduğu görülmektedir. Diğer maddelerde öncelik konusunda sıralamaların değişken olduğu görülmektedir. Bazı akademisyenlerin önem ve öncelik konusunda son iki-üç sırada gördükleri sorunları diğerlerinin baştan ilk üç sıraya yerleştirdikleri görülmektedir. Bu, akademisyenlerin ortak konularını birlikte pek tartışmadıklarının bir göstergesi olabilir mi? Teoriye dönecek olursak nelerin üzerinde tartışılacağını belirlemek ve diğerlerini bu konular çevresinde ikna etmek, bir işi başarmanın yarısı kabul edildiğine göre (Fligstein, 1997), şu haliyle bilim topluluğu gündem önceliği konusunda ortak bir görüşe sahip görünmemektedir. Bu durumda ortada tartışılan sorunlar biliniyorsa da akademinin gündemi şudur diyecek görüş oluşmadığı anlaşılmaktadır.

Akademi topluluğunun gündemindeki sorunları çözmek üzere, üniversitelerin biçimsel yapı ve organlarından ve YÖK’den bağımsız olarak, akademisyenlerin önemli bir çoğunluğunun katılımıyla ortaklaşa oluşturduğu bir komisyon, kurul ve benzeri bir yapı olmuş mudur? Örgütlü mücadele içinde olmayan öğretim üyeleri bu soruya “hayır” ve “bilmiyorum” şeklinde cevap vermişlerdir. Örgütlü mücadeleden gelen öğretim elemanları, geçmişte YÖK yasa taslağı önerisi ve günümüzde MÜDEK olmak üzere iki kez böyle bir yapı oluşturulduğunu ifade etmişlerdir. Genel olarak, üniversitelerde resmi yapı dışında oluşturulabilecek kurul ya da komisyonların, sorunları çözebilecek kararları alması ve yürütmesinin mümkün olmadığı inancı hakimdir.

Üniversitelerin biçimsel yapı ve organlarından ve YÖK’den bağımsız olarak, bilim insanlarının kendi gündemleri ile ilgili ekseri çoğunluğunun bir araya gelerek ortak bir görüş veya metin üretilebildiği olmuş mudur? Bu konuda da tek örneğin yine geçmişte YÖK yasa taslağı metni olduğu, günümüzde Mühendislik Fakülteleri Dekanlarının bireysel çabaları ile başlattıkları ve sürdürdükleri başarıya ulaşmış örnek olarak MÜDEK belirtilmiştir. Örgütlü mücadele içinde olmayan öğretim üyelerinin çoğu soruyu “hayır” ve “bilmiyorum” şeklinde yanıtlarken bazıları bu iki çalışmayı isim olarak ansalar da, sonradan akıbetinin ne olduğu hakkında fazla fikirleri olmadığını belirtmişlerdir.

Resmi yapı dışında, aralarında yaygın bir iletişim kurmak ve bazı ivedikli konulara kamuoyunun ve siyasilerin dikkatini çekmek istediklerinde, basın duyurusu yada metni yayınlamak konusunda akademisyenlerin tecrübelerinin pek olumlu olmadığı görülmektedir. Genel kanı, basının eğer medyatik bir değeri yoksa, sansasyonel değilse veya gündemde olan ve tartışılan bir konu değilse, bu tür bildiri veya duyurulara yer ayırmadığı yönündedir. Görevi gereği ya da örgütlü mücadele içinde olduğu için basınla daha fazla ve doğrudan muhatap olmuş öğretim üyeleri, basının bilim topluluğunun sorunlarıyla daha fazla ilgilenmesinin muhatap olunanların kişisel karizmasıyla ve ağırlığıyla orantılı olduğunu belirtmektedirler. Örgütlü mücadelenin içinden gelmeyen öğretim üyeleri ise, basının üniversitelerin duyurularını çoğunlukla görmezden geldiğini, yayınlamadığını yada genellikle gazetenin iç sayfalarında göze çarpmayacak bir şekilde verdiğini belirtmektedirler. Söylemin düzeni kuramına başvurarak açıklayacak olursak, örgütlü mücadeleden gelen bilim insanları, yasak, normalleştirme ve doğruluk istenci, söylemin devreye sokulduğu koşulların belirlenerek söyleme erişebilecek kişilerin seyreltilmesi gibi denetim mekanizmaları ile söylemin denetlendiği kanısını taşırken, örgütlü mücadeleden gelmeyenlerin mevcut durumu kanıksadıkları, “ne yapsak basın bizle ilgilenmez” inancını taşıdıkları, kurulu düzenin kurallarını içselleştirdikleri için seslerini duyurma konusunda çaba göstermeyi gereksiz gördükleri anlaşılmaktadır.

Üniversite ile ilgili sorunların köşe yazarlarının ne ölçüde dikkatini çekip onlar tarafından konulaştırıldığı konusunda cevapların iki tema çevresinde toplandığı görülmektedir. Birincisi basının özgür olmadığı, bu nedenle yazarların üniversite ile ilgili sorunları duruma göre ve çalıştıkları gazetelerin yayın politikalarına bağlı olarak konulaştırdıkları ifade edilmektedir. İkincisi, köşe yazarlarının ya da yayın yönetmenlerinin ilgilerinin kişisel tanışıklıklarla ilgili olduğu, bir şeyi yazmalarını istiyorsanız bu ağ ilişkileri üzerinden gitmenin önemli olduğu belirtilmektedir. Yaygın kanı, köşe yazarlarının çok azının üniversitenin sorunları ile ilgilendiği onların da ilgisinin yüzeysel kaldığı yönündedir. Türkiye’de basının siyasetle ve holdinglerle organik ilişkiler içinde bulunduğunu göz önüne aldığımızda, köşe yazarlarının da bağlı oldukları kurumun politikasının dışına çıkamamaları anlaşılır bir şeydir. Kaldı ki 2007’de yaşanan etik skandalı konusunda ve üniversitelerinde haksız yere bedel ödetilen öğretim üyeleri konusunda yazan köşe yazarlarının yayın yönetmenleri tarafından uyarıldığı ve haksız tazminatlarla onların da söylemlerinin denetlendiği bilinmektedir.

Bilim topluluğu, periyodik olarak basında yazan bilim insanlarının, yazılarında üniversitenin sorunlarını yeterince konulaştırmadıklarını düşünmektedir. Basında yazan bilim insanları, medya sahiplerinin ve eşik bekçisi olarak nitelenen üst düzey karar alıcıların denetimine girmektedirler. Tümüyle özgür davranan yazarların zaman zaman yazdıkları mecradan ayrılmak zorunda oldukları bilinmektedir, kimi yazarların ise kendi kendilerine konu sınırlaması koyarak bu denetimi içselleştirmiş oldukları ifade edilebilir.

Üniversitelerin herhangi bir sorunu gündeme geldiğinde, medyanın sıklıkla kimlerin görüşüne başvurduğu konusunda yaygın kanı, farklı medya guruplarının farklı ideolojik yaklaşımlar gösterdiği, düzen yanlısı olan ve muhalif basının kendi meşrebine uygun cevap verecek kişilere mikrofon uzattığı yönündedir. Konuya göre bir seçim yapılmamakla birlikte muhalif şeyler söylemesi tahmin edilen kişilere mikrofon uzatmaktan imtina edildiği belirtilmektedir. Söylemin düzeni kuramına başvuracak olursak, söylemde bulunacak kişilerin ayıklanarak her önüne gelenin söyleme erişmesinin engellendiği görülmektedir (Foucault, 2001:22). Söylemi tahmin edilebilen ya da kendi ideolojik yaklaşımları paralelinde kişilere mikrofon uzatılması, medyanın bağımsız olmadığı (Sönmez, 1996; Cangöz, 2002) görüşlerini doğrulamaktadır. Bu durumda, bilim topluluğunun kendisinin gündemini çerçeveleyemediği, üniversitenin gündeminin medyanın çizdiği çerçeve içinden, medyanın belirlediği konuşmacılar ve konular üzerinden tartışılabildiği anlaşılmaktadır.

Üniversitede bilindiği gibi, gündemdeki sorunların tartışıldığı ve ortaklaşa karar alındığı yerler kurullardır. Kurullarda görüşülecek konuların belirlenmesinde, sorunların çözümünde izlenecek yol ve yöntemlerin belirlenmesinde bilim topluluğunun her bir üyesi ne kadar söz sahibidir?” Yanıtlar, rektör dışında hiç kimsenin sözünün bir hükmü olmadığını belirtmektedir. YÖK düzeninin yönetimin tüm kademelerini kişiselleştirdiği, üniversite yönetiminde kurulların işlevsizleştiği, nasıl işletildiklerinin tamamen yöneticiye bağlı olduğu, YÖK sisteminin Rektörleri aşırı güçlendirmesinin her türlü işleyişin Rektörlerin anlayış ve tutumuna göre değişmesine neden olduğu, bu konudaki değerlendirmelerden bazılarıdır.

YÖK’te üniversitelerden gelen yüzlerce dosyanın kimden geldiğine göre muamele gördüğü belirtilmektedir. Devlet üniversitelerinde rektörün, vakıf üniversitelerinde mütevelli heyet üyelerinin ilişkileriyle işlerin yürüdüğü, kararların dosya içerikleri incelenerek değil, dosyanın kimden geldiğine bakılarak alındığı, karar süreçlerindeki diğer problemler olarak dile getirilmektedir. Ayrıca yöneticilerini belirli bir süzgeçten geçirerek seçemeyen bir sistemde, karar sürecinde kurulların işletilip işletilmemesinin hiçbir anlamı olmadığı, üniversitedeki insan kalitesinin sorunların çözümünü güçleştirdiği belirtilmektedir.

Üniversite yönetiminde kurulların, sorunların kıyasıya tartışıldığı, farklı görüşlerin ikna edilmeye çalışıldığı yerler olarak işletildiği üniversitelerimiz var mıdır? Bazı köklü ve geleneği oturmuş üniversitelerimizde dahi kurullarda sorunların tartışılırken çok seslilikten hoşlanılmadığı belirtilmektedir. Rektör ne düşünüyorsa ona evet denildiği, sorunların tartışılmadığı belirtilmektedir.

Karar sürecinde, kurullarda ayrıksı görüşlere sahip öğretim üyelerinin yeterince dinlendiğini ve herkesin görüşlerinin yeterince dikkate alındığını düşünüyor musunuz? Sorusuna bütün akademisyenlerin cevabı net bir şekilde “Hayır”dır. Kurullar oluşturulurken çatlak seslerin çıkmamasına özen gösterildiği, ipler rektörün elinde olduğu için eleştirel olmanın çok zor olduğu belirtilmektedir.

Resmi görüşlerden ayrılan yol ve yöntemlerde ve farklı bir gündemde ısrarcı olan öğretim üyelerinin üst yönetimle sorunlar yaşadıkları, önlerine türlü engeller çıkarıldığı ifade edilmektedir. Bilim topluluğunun bu konudaki deneyimlerinin özeti: “Kimse aykırı görüş bildiremez” şeklindedir. Akademik dünyada ‘mobbing’ uygulamasının bilinenden çok daha fazla olduğunu, bu tür tacizlerin artık kanıksandığı “olur böyle şeyler” halini aldığı, görüşülen hocaların kendilerinin de mağdur oldukları, eleştirel konuşanların bazı üniversitelerimizde konuştuklarına pişman edildiği belirtilmektedir. Bu türden akademisyenlerin yalnızlaştığı, kimsenin onlarla birlikte görünmek istemediği ve sistemden yalıtılma sorunu yaşadıkları belirtilmiştir. Bu durum otoritenin hayli içselleştiği, mevcut düzeni sorgulamaya kalkanların dışlama mekanizmasıyla düzenin dışına itelendikleri, söylemlerinin meşruiyeti üzerinde şüphe bulutu oluşturulduğunu göstermektedir.

Kendi üniversitelerinde sorun yaşayan akademisyenlerin, sorunlarını iletilebileceği kurumların azlığının yanı sıra bunların sorunları çözmede etkin olmadıkları, ideolojik davrandıkları, ve en kötüsü de akademisyenlerin çoğunlukla başlarına daha büyük bir bela gelmemesi için susmayı tercih ettikleri belirtilmektedir.

Kendi üniversitelerinde eleştirel davrandıkları, resmi gündeme muhalif konuları tartışmak istedikleri için sorun yaşayan ve cezalandırılan akademisyenlerin ne basında ne de diğer kurumlarda seslerini duyurmalarının çok zor olduğu belirtilmektedir. Sorun kişiselleştirilerek, normalleştirme politikalarıyla marjinalize edilerek diğerlerine, iktidarın kadir-i mutlak yüzü gösterilerek bir gözdağı verilmektedir. Görünürde varolan sistemin yöneticiler istemediği takdirde çalışmadığı, çalışma ortamının özgür ve güvenli olmadığı anlaşılmaktadır.

Bilim insanları, sorunlarının çözüme ulaşmamasının önünde neleri engel olarak görmektedirler? Bu konuda görüşlerin, dışsal ve yapısal faktörleri çözüme engel olarak görenler ve bilim topluluğunun kendisini engel olarak görenler olarak ikiye ayrıştığı görülmektedir. Kamuoyunun gerçekte “nasıl bir üniversite” konusunda bir fikri olmadığı, sistemi iyi tanıyan hocalar yerine siyaseten atanan hocalara kurumların teslim edildiği belirtilmektedir. Bilim topluluğunun üniversite sistemini yeterince tanımaması, kendi sorunlarını bilmemesi, sorunları çözmek için kendi payına düşen ev ödevini yapmaması, emek harcamaktan kaçınması, siyasi olarak konum elde eden hocaların üniversite için mücadele etmeye gerek görmemesi, şikayet edilip çözüm için irade ve proje ortaya konmaması, akademisyenlerin kendi değerleri konusunda, bir şeyleri belirleyebilme konusunda kendilerine inanmadıkları belirtilmektedir.

Bilim topluluğunun mevcut koşullarda kendi gündemini oluşturma ve çözüm önerilerini kabul ettirme imkanları var mıdır? Bunun çok zor olduğu, olanaklı görünmediği inanışı yaygındır. Kimi akademisyenler sorunun imkanla, kimileri irade ile ilgili olduğuna inanmaktadır. Birinciler, bilim topluluğunun sorunlarını çözme tekelini ve geleceğini öncelikle siyasal iktidarların, sonra YÖK’ün elinde tuttuğunu düşünmektedir. İkinci grup, üniversite öğretim üyelerinin mesleğin gerekleri ve niteliği üzerinde anlaşmadıkları sürece, sorunların çözümü konusunda bir güç olarak ortaya çıkmalarının olanaksız olduğunu ifade etmektedirler.

Akademisyenler üniversitelerimizin geleceğini nasıl görmektedir? Üniversitelerimizin yakın bir gelecekte mevcut sorunlarını aşacağına inanıyorlar mı?” Akademisyenlerin neredeyse tümü üniversitelerin sorunlarının yakın bir gelecekte çözümlenebileceğine inanmamaktadır. Cevaplarda, “düş gibi”, “olanaksız” ifadeleri dikkat çekmektedir. Kurtuluşun önündeki en büyük engelin YÖK olduğu belirtilmektedir. Bütün üniversitelerimiz için ortak bir gelecekten söz etmenin mümkün görülmediği, toplu kurtuluşun olanaksız göründüğü, üniversitelerin tek tek kendini kurtarma çabalarını boğan merkezi güç zayıflatıldığı takdirde bazı üniversitelerin vasatlığın içinden sıyrılma olanakları olabileceği düşünülmektedir. Bunun da YÖK’ün bilimsel anlamda farklılaşmak isteyen üniversiteleri vasata çekme çabası engellenmedikçe çok zor olduğu ifade edilmektedir.

Sonuç

Akademinin kendi gündemini belirleyememesinin, söylem ve çözüm alanına taşıyamamasının nedenleri üç grup altında toplanmaktadır: Bilim topluluğunun kendi tutumundan kaynaklanan nedenler, yüksek öğretim sisteminin işleyişinden kaynaklanan nedenler ve dışsal nedenler. Akademinin kendi gündemini belirlemesinde topluluğun kendinden kaynaklanan sorunlar üzerinde durulurken, gündemin söylem alanına taşınması ve meşrulaştırılmasında medyanın olumsuz etkileri ve gündemin gerçekleştirilmesinde ise, yükseköğretim sisteminin yapısından kaynaklanan sorunlar ağırlık kazanmaktadır. Akademinin kendi gündemlerini başkalarının belirlemesine esasında seyirci kalmadıkları fakat, kendi işleyişleri için hayati olan sorunlarının ortaya konmasında ve çözümünde inisiyatif almalarının engellendiği, örgütlü çabalarının sonuçsuz kaldığı ve bireysel çabalarının marjinalleştirilerek söylemlerinin itibarının aşındırıldığı yönündedir.

Bilim topluluğunun söyleminin denetiminde Foucault’cu söylem denetim yollarının tümünün egemen düzenin kurumları olan YÖK ve medya tarafından devreye sokulduğu görülmektedir. 1980’de yeni yetişen bilim insanlarının bugün artık elli yaşına geldiği ve onların ardından yetişen neslin yeni düzene göre yetiştiği için mevcut sistemin bir ürünü oldukları, sistemi içselleştirdikleri için sorgulamayı akıl bile etmedikleri, bugün üniversite için hala bir şeyler yapmaya çalışan neslin artık yaşlandığı ve arkalarından onları izleyen kitlenin çok seyrekleştiği belirtilmektedir. Bilim topluluğu, kendi sorunlarına ilişkin hep medya, siyaset gibi dışarıdan çevrelerin çizdiği çerçeve içinden itirazlarını dile getirmeye zorlandıklarının, kendi üst kurumlarının da bu tabi rolü pekiştirici rol oynadığının altını çizmektedir.

Kaynaklar

 Avcı, N., (1990) Enformatik Cehalet. Ankara: Rehber Yayınları
Baş, T. ve Akturan, U. (2008) Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık
Cangöz, İ., (2002). Medyanın Siyaseti Kimin Siyaseti? http://bianet.org/bianet/medya/11854-medyanin-siyaseti-kimin-siyasetiEskişehir-BİA Haber Merkezi 24 Temmuz
Dearing, J.W. ve Rogers, E.M. (1996). Communication Concepts 6: Agenda-Setting. Thousand Oaks: Sage.
Fligstein, N. (1997) Social Skill and Institutional Theory, American Behavioral Scientist
40(4), 397-405
Fligstein, N. (2001) Social Skill and Theory of Fields, Sociological Theory, 19(2), 105-125 40(4), 397-405
Foucault, M., (2001). Söylemin Düzeni (9-42) Ders Özetleri içinde, (çev. Selahattin Hilav). İstanbul:YKY
Foucault, M., (1971) L’ordre du discourse, France: Gallimard.
İnal, A. 1999.Medya, Dil ve İktidar Sorunu, İletişim, Yaz 99(3)
Keyder, Çağlar, “Türkiyede Devlet ve Sınıflar”, İletişim Yayınları, İstanbul 1999,
Mora, N., (2008). Medya, Toplum ve Haber Kaynağı Olarak Sembolik Seçkinler. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 5(1)
Rigel, N., (2000). Haber. İstanbul: Der Yayınları.
Seo, M. G., and W.E. D. Creed (2002) Institutional Contradictions, Praxis and
Institutional Change: A Dialectical Perspective, Academy of Management Review 27(2) 222-247
Sönmez, M., (1996). Türk Medya Sektöründe Yoğunlaşma ve Sonuçları, Birikim, Sayı:92
TürkDil Kurumu Sözlüğü, http://www.tdk.gov.tr/
Urhan, V., (2000) Michel Foucault ve Arkeolojik Çözümleme, İstanbul:Paradigma.
Urhan, V., (2007) M. Foucault ve Bilgi/İktidar İlişkisinin Soykütüğü, Kaygı, Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, Sayı: 9, 2007.
Yazar, F. (2008). Medya nasıl gündem oluşturuyor?
http://stratejikiletisim.blogspot.com/2008/05/medya-nasil-gndem-oluturuyor.html 27 Mayıs
Yüksel, E. (2007) “Kamuoyu oluşturma” ve “Gündem belirleme” kavramları nerede kesişmekte, nerede ayrılmaktadır? Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt 7 , Sayı 1, 571-586
http://www.tdk.gov.tr

 

 

ContactspcBanaspcCreative Commons Licenseİçeriğimiz CC BY-NC
spcUlaşınspcLisansına tabidir

w3c HTML CSS Compatible

* * * Site kullanım şartlarını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz * * *