Ana Sayfa > Akademik > Derleme Kitapta Makale > Bildiğimiz Üniversite'nin sonu

Bildiğimiz Üniversite'nin sonu

DÜZENLEMEDEN YENİDEN DÜZENLEMEYE:

BİLDİĞİMİZ ÜNİVERSİTENİN SONU

 

 

Künye: Gölbaşı, Ş. (2011), “Düzenlemeden Yeniden Düzenlemeye: Bildiğimiz Üniversitenin Sonu” (From Regulations to Reregulations: The End of University That We Used to), içinde (Der. Fuat Ercan ve Serap Korkusuz Kurt) Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite, Küreselleşme Dizisi-10, İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı

 

GİRİŞ

Türkiye'de üniversiteler daha en başından iktidarın ilgi odağı olmuş, iktidar yapısındaki her bir değişimle birlikte üniversiteler de bu yeni yapıya uydurulacak düzenlemelere konu edilmiştir. Çok çeşitli yöntem ve stratejilerin denendiği bu düzenleme çabaları, üniversitelerimizde bilgi birikimini ve deneyimli kadroları sistematik olarak yok etmiştir.

 

Bu çalışma, iktidarın üniversiteye ayar verme çabalarını, Türkiye'nin küresel kapitalizme eklemlenme tarzına koşut olarak içerideki iktidar mantığındaki değişimler paralelinde değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmada, kurumların tarihini iktidarın yapısındaki dönüşümlere paralel inceleyen Foucault'nun (1993, 2000) soybilim (jeneoloji) yöntemi esas alınmıştır. Çeşitli dönemlerdeki düzenlemelerde, nelerin ne yönde değiştirildiği ve hangi kadroların neden üniversiteden uzaklaştırıldığı bu yöntemle incelenmiştir.

 

Foucault, soybilim olarak adlandırdığı yöntemi, kurumlar ve bu kurumlarda geçerli olan iktidar ilişkilerinin analizini yapmakta kullanmıştır. Foucault’nun soybilim kavramını Deleuze'nun Nietzsche okuması üzerinden aldığı belirtilmektedir (Keskin, 2008a) Foucault soybilimle kurumların tarihini incelerken, Nietzche'nin "Ahlakın Jeneolojisi" isimli eserinde yaptığı gibi geçmişi şimdi'den kopararak şimdinin meşruluğunu ortadan kaldırmaya çalışır ve geçmişi şimdinin otoritesinin altını oyacak tarzda öyküler (Sarup, 1997:93).

 

Foucault soybilimde, Modernitenin çok önemli bir parçasını oluşturan bir takım kurumların tarihini yaparken, kurumların ilk ortaya çıkış anına ve ortaya çıktıktan sonra nasıl bir seyir izlediğine bakmıştır. Nietzsche, çıkış noktalarının genellikle farklı güçlerin birbirleriyle çatışması sonucu ortaya çıktığını ifade etmiştir. Çok farklı bir takım tarihsel koşullarda, kim etrafında daha fazla güç toplayabilmişse, onun iradesi ve dolayısıyla yorumu baskın çıkacaktır (Keskin, 2008a).

 

Foucault’nun, inşacı geleneğin çok önemli bir temsilcisi olduğu ifade edilmektedir. Bu geleneğe göre, dünyanın bilgisi, bizim inşa ettiğimiz bir bilgidir. Bir önerme oluşturulurken, bu önermelerin doğru olmasını mümkün kılan bir takım koşullar tarihsel olarak değişmektedir. Koşullar/kurallar değiştiğinde doğruluk da değişmektedir. Doğruluk oyununu kazanamayan kurumlar, iktidar tarafından, iktidarla uyumlu olacak biçimde yeniden biçimlendirilmektedir. Kurumlar ortaya çıktıktan sonra, beklenmedik bir takım koşullar dolayısıyla, bir takım yeni işlevler edinerek başlangıçtaki amaç ve işlevinden bambaşka işlevlerle donatılabilmekte ve başlangıçtakinden çok farklı bir meşruiyet zeminine oturabilmektedir (Keskin, 2008b:2-5). Bu çalışmada, iktidarın başından beri üniversite ile ilgili düzenlemelerinin incelenmesinin yanı sıra, üniversitenin asli sahipleri olan öğretim üyelerinin çeşitli döneme ilişkin tanıklıkları da incelenerek, mevcut üniversite kurgusunun yanı sıra, hayata geçmesi engellenen üniversite modeli anlaşılmaya çalışılmıştır.

 

ÜNİVERSİTELERİN MİSYONU, İŞLEVİ VE KÖKENİ

 

Üniversitelerin ortaçağdaki misyonu, bilgiyi nakletmek ve bazı temel mesleklerde insan eğitimini sağlamaktır. 19. yy başında üniversitelerin eğitim amacına, araştırma ve yeni bilgiler üretme işlevi de eklenmiştir. Bu tür üniversiteye, bu felsefeyi ilk ortaya atan ve uygulayan filozofa atfen, Humboldt Üniversitesi denilmektedir (Günay, 2009).

Diğer kurumlar gibi eğitim de, belli bir toplumsal ve tarihsel bağlam içinde faaliyet gösteren bir kurumdur. Dolayısıyla yükseköğretim alanı, toplumsal ve siyasal alandaki her türlü çelişki ve mücadelenin etkisine ve belirlemesine açıktır. Bu, işgücü piyasasının beklentilerinin; devletin (ai¬le, kültür, din, toplumsal yaşam gibi konulardaki) görüşlerinin; egemen toplumsal sınıfların ve çıkar gruplarının benimsediği ekonomi-politikalarının, doğrudan doğruya müfredat programlarına ve ders kitaplarına yansımasına neden olmaktadır. Her siyasal sistem ya da devlet, egemen/resmi ideolojisini gelecek kuşaklara aktarmak için eğitim kurumlarını devreye sokar. Hemen bütün toplumlarda eğitimin, mevcut sistemin meşru ve gerekli saydığı öğeleri yeniden üreten bir kurum ro¬lünü oynadığı belirtilmektedir. “Mevcut politik sistemin, iktisadi düzenin, kültürel mirasın ve toplumsal yapının, eğitim kurumunda yeniden üretilebilmesi için meşruiyete gerek vardır”. İşte eğitim kurumlarının, bu meşrulaştırmayı yeniden üreten araçlardan biri olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir (İnal, 2004: 44-48,55). Her iktidar, kendi meşru saydığı değerleri benimsetmeye çalışırken bir önceki iktidarın simgelerini ortadan kaldırmaya çalışır (Alkan, 1989’dan akt. İnal, 2004: 55). Bunu da, iktidara geldiğinde eğitim kurumlarını yeniden kendi meşrebine göre düzenleyerek, müfredatını değiştirerek, değişime direnç gösteren, yeni siyasi ideolojiyi kamuya benimsetmede aktif görev almayan ve alenen eleştiren kadroları tasfiye ederek yapar.

 

Batı üniversitelerinin çoğunun kökeninin, kilise okulları olduğu ve bu okulların yüzlerce yıllık gelenek içinde gelişerek bugünkü konumlarına ulaşmış olduğu bilinmektedir (Günay ve Aydemir 1997; Timur, 2000: 81). Türkiye’deki yüksek öğretim kurumlarının ise, kendine özgü gelenekleri olan medreselerin evrimi ile ortaya çıkmak yerine, onları tasfiye ederek Batı’dan devşirme bir gelenekle başlayan kurumlar olduğu ifade edilmektedir (Günay, 1999; TÜSİAD, 1994; Timur, 2000: 342). Türkiye’de üniversitenin tarihi, toplumun gelişmesine paralel bir değişim dönüşüm tarihi olmaktan çok, siyasal iktidarlardaki değişime koşut olarak bozma ve yeniden inşa etme tarihidir. Belki de bu nedenle, ülkemizde ilk yüksek öğretim kurumunun ortaya çıktığı 1773 tarihinden günümüze dek bir yükseköğretim geleneği oluşturulamamıştır. Her iktidar, kendinden önceki dönemde oluşmuş kadroları ve az çok yerleşmiş geleneği tasfiye etmiş, mevcut kurumlaşmayı kurumuyla birlikte ortadan kaldırıp kendisiyle birlikte yeni bir gelenek yerleştirmeye çalışmıştır. Üniversite tarihimizi betimleyecek en uygun ifadenin, onun bir tasfiyeler tarihi olduğu söylenebilir. Üstelik bu, hayli yinelenen yaygın bir kanıdır.

 

İşte bu nedenle, bu çalışmada üniversite tarihimiz, toplumdaki önemli dönüşümlere paralel dönemleştirmeler yerine, iktidardaki değişimlere paralel dönemleştirmelerle ele alınarak incelenmiştir. Kendi iç dinamikleri ve gerekleri doğrultusunda gelişmesine ve kendini yenilemesine izin verilmeyen üniversitelerimizi, bu toplum hiçbir dönemde kendinden saymamış, bağrına basmamıştır. Bu da, üniversitelerle oynamayı baş uğraş haline getiren siyasal iktidarların işini kolaylaştırmıştır.

 

ÜNİVERSİTE-İKTİDAR İLİŞKİLERİ

Tanzimat Öncesi Dönemde Yükseköğretim (1773-1839)

 

Osmanlı’da Tanzimat’a kadar açılan tüm okulların, ordunun modernizasyonu, ordu için gerekli becerileri öğretmek ve askeri sınıfı yeniden üretmek amacıyla kurulmuş olduğu belirtilmektedir (Günay, 1999; Tekeli, 2010: 71-3). Bu dönemin okulları, bilgi aktarımı yöntemiyle çalışan medreselerdir. 1773 de kurulan ve dünyanın bugün İstanbul Teknik Üniversitesi adıyla yaşayan en eski ilk mühendislik yüksek okulu olan Mühendishane-i Bahri Hümayun’un, Osmanlı-Rus harbi mağlubiyetinin ardından, orduda teknik modernizasyonu sağlamak amacıyla kurulduğu ifade edilmektedir (Günay 2006). Eğitim uğrunda verilen ilk kurbanlar ise, III. Selim'in orduyu yenileştirme çabalarına karşı çıkanların çıkardığı Kabakçı İsyanında öldürülen Mühendishane’nin dört hocasıdır (Tekeli, 2010: 73).

 

Tanzimat Döneminde Yükseköğretim (1839-1876)

 

Bugünkü anlamda üniversitelerimizin tarihinin Tanzimat’la başladığı ifade edilmektedir. Osmanlı Devletinin Ferman’ın bir parçası olarak Batı’lı ülkeler tarafından reformlara tabi tutulduğu bu dönemde, yeni sürecin ruhuna uygun görülmeyen medreselerin de örgün öğretimdeki işlevine son verilmiştir (Arslan, 2004:3). 1838 ve 1839 Ticaret Anlaşması'yla İngiltere ve Fransa, Osman¬lı'yı açık pazar olarak uluslararası ticaret ağına sokarken, 1839 Tanzi¬mat Fermanı’yla da diğer Avrupa devletlerinin de katılımıyla, kurumlarını ve eğitim düzenini mevcut sistemin sürdürülebilirliği yönünde düzenlemesi için baskı altına alınmıştı (Kazgan, 2006: 21). Böylece, İmparatorluğun askeri ve sivil bürokrasisini birbirinden ayrıştıracak bir kurumsal inşa dönemi başlatıldığı belirtilmektedir. Tanzimat önce¬si eğitim düzeni, ordunun modernleştirilmesi ve askeri sınıfın yeniden üretimi amacını güderken, Tanzimat döneminde sivil bürokrasinin yeniden üretimini sağlamak amacına yönelik olarak yeniden örgütlenmiştir. 1869 Maarif Nizamnamesi çıkarılarak, Avrupai tarz üçlü eğitim sisteminin ülke çapında örgütlenmesi ve yüksek öğretim kurumları olarak Darülfünun’ların kurulması kararlaştırılmıştır. Bu dönemde, çeşitli meslek adamı yetiştiren yüksekokullar açılmış, bugünkü anlamda üniversitelere karşılık gelen Darülfünun açılmıştır. Bu dönemde kurulan ve yeni Osmanlılık tanımına uygun olarak tüm tebaya açık eğitim yapan Galatasaray ve Darüşşafaka, günümüze kadar gelen, Tanzimat ideolojisinin okullarıdır (Tekeli, 2010: 73,77-8,80).

 

İlk üniversite olarak I.Darülfünun (1863-1865), 13 Ocak 1863’de öğretime başlamış, konferanslar biçiminde başlatılan dersler iki yıl devam etmiştir. Bilinmeyen bir nedenle binasının yanması sonucu normal öğretime geçemeden kapatıldığı belirtilmektedir (Arslan, 2004: 33; Timur, 2000: 98). Darülfünun (1870-1873) ancak beş yıl sonra, Fransız eğitim sistemi model alınarak Darülfünun-u Osmani adıyla yeniden kurulabilmiştir (Berkes, 1979: 233; Timur, 2000: 112). Bugünkü Fakülteler karşılığı olan şubelerin akademik ve idari yöneticilerinin, başka hiç bir onaya tabi olmaksızın öğretim üyelerince seçilerek geldiği, derslerin konulması ve kaldırılmasının şube öğretim üyelerince belirlendiği Darülfünun-u Osmani’nin, idari ve akademik özerklik anlamında üniversite tarihinde ilk ve tek örnek olduğu ifade edilmektedir (Arslan, 2004: 44-45). Yeni Darülfünun’un da ömrü uzun olmamış, 1873’te kapatılmıştır (Arslan, 1995; Timur, 2000:114). Kapatılma nedenlerinden biri olarak, bir konferansta söylenen bir söz nedeniyle halka açık konferansların yasaklanması, konferansçının dinsiz olarak suçlanarak İstanbul’u terk etmeye ve Darülfünun’un müdürünün de görevinden ayrılmaya zorlanması gösterilmektedir (Dölen, 2010:199; Tekeli, 2010:106). Bir başka neden olarak ise, Sultan Abdüllaziz’in 1848 İhtilali’nde üniversitenin payının olduğuna inandırılmış olması gösterilmektedir (Tekeli, 2010:106).

 

Darülfünun, üçüncü kez bu defa gizlice Galatasaray Sultanisinin bir uzantısı olarak açılmıştır. Geçmiş tecrübelerden de yararlanılarak düzenli eğitim yapacak statüde örgütlenen Darülfünun-u Sultani (1874-1881), baskılar sonucu 1877-1878 yılları arasında öğretim yapamamıştır (Timur, 2000: 115-16). Ulaşım zorlukları bahane edilerek okulun Beyoğlu’ndan nakledilmesi konusunda yapılan baskılara ve Hukuk Fakültesinde Roma Hukuku okutulmasından dolayı Medreselilerin yaptığı baskılara direnemeyerek 1881 yılında öğretimine tümüyle son vermiştir (Tekeli, 2010:106-7). Sebepler ya da bahaneler muhtelif, fakat sonuç hep aynıdır; Darülfünun yaşatılamamaktadır.

 

Meşrutiyet Döneminde Yükseköğretim (1876-1922)

 

Meşrutiyet (1876-1922) döneminde de, Darülfünunlar açılıp kapanmaya devam etmiştir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar altı kez üniversite açılıp kapandığı görülmektedir (Günay, 2006). IV.Darülfünun’un (Darülfünun-ı Şâhâne, 1900-1908) açılmasında, Avrupa’ya giden öğrencilerin zararlı fikirler edindiği, öğrenciler yurt içinde eğitilecek olursa Sultan’a daha sadık olacakları fikri etkili olmuştur. 14 Ağustos’ta yeni bir Darülfünun Nizamnamesi yayınlanarak, 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesinin Darülfünun’la ilgili maddeleri iptal edilmiştir. IV. Darülfünun merkeziyetçi bir yapıda ve Maarif Nezareti’nin yönetim ve kontrolünde kurulmuştur (Tekeli, 2010:108-9). Bu yeni düzenleme ile birlikte, üniversite tarihimizin ilk toplu tasfiyesi yapılarak yeni bir kadro oluşturulmuştur (Dölen, 2010: 199).

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yine Darülfünun’la oynanmış ve bir ad değişikliği ile V. Darulfünun (Darülfunun-ı Osmani 1908-1912) kurulmuştur (Tekeli, 2010: 110). İttihat ve Terakki hakimiyetindeki bu yeni dönemde de (1909) tasfiye ve yeniden düzenleme yapılarak müderrislerin önemli bir bölümü işten atılmış, ders programları yeniden düzenlenmiş, tasfiyeye tepki gösteren üniversite topluluğu siyasi tehditlerle susturulmuştur (Alada, 2003). İlk burada denendiği belirtilen “önce hepsini at, sonra içinden istediklerini al” yönteminin bundan sonraki tasfiyelere model oluşturduğu ifade edilmektedir (Dölen, 2010: 199). 1911 yılında, İstanbul Darülfünun talimatnamesi yürürlüğe konulmuştur. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamı içerisinde, Darülfünun’da merkezi yönetim anlayışı yerine özerk yönetim anlayışı uygulamasına geçilmiştir (Tekeli, 2010: 110). Bu dönemde Darülfünun öğrencileri, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinde ve yeni iktidarın şekillenmesinde faal rol almıştır. Bunun üzerine, yeni bir düzenlemeye gidilerek eğitim kurumlarında siyasi propaganda yasaklanmış ve öğretim üyelerinden buna uyacaklarına dair senet alınması yoluna gidilmiştir (Arslan, 2004: 50-51).

20 Nisan 1912’de yayımlanan Nizamname ile, VI. Darulfünun (İstanbul Darülfünunu, 1912-1933) başlatılmıştır. Bu düzenlemeyi de yine bir tasfiye izleyerek gelenek bozulmamıştır. Dönemin iktidarı, İttihat ve Terakki ile ilgisi olan hocaları, onların kürsülerini, ders ve kadrolarını kaldırmıştır (Dölen, 2010: 200). Böylece, kendinden önceki iktidar döneminin kadrolarını tasfiye eden İttihat ve Terakki yönetiminin daha sonra kendisinin de yeni iktidarın tasfiyesinden kurtulamadığı görülmektedir.

Yeni Darülfünun'la birlikte, özerklik tartışmalarının tekrar alevlenmesi üzerine, Darülfünun Nizamnamesi yeniden düzenlenerek Darülfünun’a 11 Ekim 1919’da bilimsel özerklik, birkaç yıl sonra da idari özerklik verilmiştir (Alada, 2003). Her özerklik döneminde olduğu gibi, bu özerklik dönemi de özerk kadroların tasfiyesiyle son bulmuştur. Müderris Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın 29 Mart 1922 günü verdiği konferans üzerine başlayan öğrenci eylemleri, Milli Mücadeleye ve Türklüğe karşı olduğu iddia edilen müderrislerin üniversiteden atılmasıyla son bulmuştur. Olaylar, ancak beş müderrisin tasfiyesiyle dört ay sonra sonlandırılabilmiştir (Dölen, 2010: 200-201).

 

Cumhuriyet Döneminde Yükseköğretim (1923-2011)

 

3 Mart 1924 tarihinde, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat kanunu ile bütün mektep ve medreselerle birlikte Darülfünun da Maarif Vekaleti’ne bağlanmıştır. 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanun ile İstanbul Darülfünunu’na bilimsel ve idari özerklik verildikten sonra (Arslan, 1995: 26-28), 1930’lara gelinceye kadar Darülfünun’a dokunulmamıştır. Cumhuriyet Döneminde ise, üniversitelerde bugüne kadar beş defa (1933, 1946, 1960, 1971, 1981) geniş çaplı düzenleme yapılmıştır (Günay, 2006). Türkiye’de üniversiteler, sürekli mevcut yasalara yeni maddeler eklenerek, eski yasaların bazı maddeleri ortadan kaldırılarak yükseköğretim sistemi içindekilerin bile takip etmekte zorlandığı bir düzenleme ve yeniden düzenleme karmaşası içinde yönetilmiştir. 1981’den bu yana 30 yıl geçmesine rağmen, 2547 sayılı kanun halen eleştirilmektedir, bütün hükümetlerin programlarında değiştirilmesi öngörülmüştür. 1981’den günümüze kadar, 2547 sayılı kanunda değişiklik yapan çok sayıda kanun ve KHK çıkarılmasına rağmen beklentileri karşılayıcı düzenlemeler yapılmamıştır.

 

Darülfünun’un Tasfiyesi ve İstanbul Üniversitesi’nin kurulması (1933)- Kemalistler ve Kadrocular, Darülfünun’u inkilap davasına yeterince destek olmamakla, milli tarih tezini kavramamış olmakla eleştiriyorlardı. Onlara göre, devrimci bir Darülfünun özerk olamazdı (Timur, 2000: 231). Bu memnuniyetsizlikler sonucu, Atatürk’ün emriyle İsviçre’den çağrılan pedagoji profesörü Albert Malche’ye Darülfünun hakkında bir rapor hazırlatıldı. Bu rapor esas alınarak, 1933 de 2252 sayılı yasa ile İstanbul Darülfünun’u kaldırılıp, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu (Timur, 2000: 232-33; Tunçay ve Özen, 1984). İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu ile birlikte, Darülfünun'un özerk yapısı da rafa kaldırılmıştır. Bu tarihte Cumhuriyet Halk Partisi (6 Mart 1925-27 Ekim 1937) iktidardadır ve ülkeyi 4. Başbakan olarak İsmet İnönü yönetmektedir, Reşit Galip Maarif Vekilidir (www.tarihogretmeni.com).

Yeni kurulan üniversite, doğrudan Maarif Bakanlığı’na bağlanmış, öğrenci faaliyetleri sınırlandırılmış, üniversiteye rejimin destekçisi olması misyonu yüklenmiştir. Milliyetçilik ve devrimcilik esaslarına göre öğretim yapacak üniversitede, Türk İnkılâbı Enstitüsü kurulmuş ve öğrencilerin mezun olmak için Devrim Tarihi dersinden sertifika alması zorunluluğu getirilmiştir (Günay, 1997).

 

Bu reformla, Darülfünun’un mevcut 240 öğretim üyesinin 157'si, asistanlarının ise tamamı tasfiye edilerek onların yerine Almanya’dan Nazi baskısından kaçan profesörler istihdam edilmiştir (Tunçay ve Özen, 1984). Tasfiye edilenlerin akademik yeterlilikleri incelendiğinde, çoğunun yurtdışında eğitim gördüğü, yabancı dil bildiği, birçok önemli esere imza attığı, alanlarında bilinen, saygı duyulan ve bilimsel yeterliliklerinden şüphe duyulmayan kişiler oldukları göze çarpmaktadır (Yaman, 2006). Bu durum, tasfiyenin bilimsel değil tümüyle siyasi kaygılarla yapıldığı kanısını pekiştirmektedir (Günay, 1999; Yaman, 2006). Yaman’ın tespiti dikkate alındığında, daha önce üniversitenin özerkliği ile ilgili muhtıraya imza atan öğretim üyelerinin isimlerinin de tasfiye listesinde olmasının ilginç bir rastlantı olmadığı anlaşılmaktadır.

 

1946 Üniversite Reformu ve Üniversiteler

 

1933 reformunun tasfiyeye dönüşmesi, bir süre sonra yeniden öğrencilerin örgütlenme ve öğretim üyelerinin de özerklik taleplerini yükseltmesine neden olmuştur. Bu tarihte, çok partili hayata geçilmiştir ve Ocak 1946’da kurulmuş olan Demokrat Parti de üniversitelerin özerklik taleplerini desteklemektedir (Arslan, 2004: 136,156). 9 Mart 1943’ten 7 Ağustos 1946’ya kadar Cumhuriyet Halk Partisi iktidardadır. Ülkeyi 14. Başbakan olarak Şükrü Saraçoğlu yönetmektedir ve Hasan Ali Yücel Maarif Bakanı’dır.

Dönemin Maarif Vekili’nin, üniversitelerin görüşlerini de toplayarak hazırladığı kanun taslağı, 13.6.1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu olarak kabul edilmiştir (Arslan, 2004: 155; Dölen, 2010:60). Yeni yasaya göre üniversitenin bilim, araştırma ve öğretim yapma amaçlarına, Atatürk devrimlerine bağlı yurttaşlar yetiştirmek ibaresi eklenmiştir. 4936 sayılı yasa ile üniversite şeklen özgür kılınmış görünmekle birlikte, milletvekilleri, öğretim üyelerinden resmi ideolojiyi telkin etmelerini beklemekte, sağ ya da sol kanattan görüş belirtmelerini tartışma konusu yapmaktadır (Arslan, 2004: 158, 186). Bu yasayla, tek üniversite sisteminden çok üniversiteli sisteme geçilmiştir, Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) kurulmuştur. Özerk bir üniversite sistemi yeniden kurulmuştur, fakat bu kurbanlar vererek olmuştur (Tekeli, 2010:170). Maarif Bakanı H.Ali Yücel, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde solculuk yaptıkları gerekçesiyle Sinan Cemgil, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, P.Naili Boratav ve Sabahattin Ali’yi Vekalet emrine almıştır. Bu öğretim üyelerinden mahkeme kararıyla görevlerine dönenlerden üçünün durumu 1947 başında yeniden gündeme gelmiştir. Üniversite senatosunda, hocaların fikirlerini belirtmelerinin suç sayılıp sayılmayacağı konusunda oluşan derin görüş ayrılıkları üzerine Prof. Hirsh ve Prof. Esat Arsebük senatodan istifa etmişlerdir (Arslan, 2004: 186-7,204).

Bazı Milletvekilleri ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), bu öğretim üyelerinin görevden alınması konusunda üniversite senatosu ve ÜAK üzerinde baskı kurması sonuç vermeyince, 6 Temmuz 1948’de kadroları iptal edilerek Meclis eliyle Üniversiteden hoca atılmasının ilk ve tek örneğini oluşturmuşlardır. CHP hükümetleri, yasalardaki özerkliği üniversiteye müdahalede bir engel olarak görmemişlerdir. Solcu hocaların atılması konusunda hükümetin telkinlerine boyun eğmeyen üniversitelere karşı kıyım başlatan hükümet, üniversiteleri bütçelerinde kısıtlamaya giderek, bütçe harcama yetkisini senatolarına devretmeyerek ve kadrolarını reddederek cezalandırılmış, çok sayıda elemanın kadrodan atılması, üniversiteleri çalışamaz duruma getirmiş ve bu nedenle İTÜ rektörü istifa etmiştir. Hızını alamayan hükümet , görüşüne uymayan hocaları eleyebilmek için 65 yaşındaki hocaları resen emekliye ayıran ve 55 yaşını geçen her hocanın çalışıp çalışmamasını MEB’nın takdirine bağlayan bir yasa taslağı hazırlamıştır (Aslan, 2004: 192-194,197, 211).

 

Çok Partili Döneme Geçişte Üniversiteler

 

22 Mayıs 1950’de Demokrat Parti (DP) hükümeti kurmuş ve 19. Hükümet olarak Menderes iktidara gelmiştir. Bu kez DP hükümetinin özerkliğe karşı tavır alırken muhalefete düşen CHP’nin özerkliği savunmaya başladığını görüyoruz.

Başbakan Menderes, 1946 tarihli 3936 sayılı Üniversiteler Kanunu'nun 46. maddesinin d fıkrasını değiştirerek, siyasi ya¬yınlarda ve beyanlarda bulunanların üniversite öğretim üye-liğinden çıkarılmasını kanunlaştırmıştır. Bu kararın, üniversitede protestolara neden olması üzerine öfkelenen Menderes “istersek bugün çanlarına ot tıkayabiliriz” demiştir (Aslan, 2004: 218, 239, 283)

Menderes sözünün arkasında durmuş , bundan sonra konuşan her öğretim üyesini vekalet emrine alarak cezalandırmış (Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, Prof.Dr. Nail Kubalı, Prof.Dr. Zeki Zeren) onlara destek için boykot yapan öğrencileri emniyette soruşturmuş, hocaları görevden almakta direnen üniversite senato üyelerini soruşturmuş, profesörlüğe terfilerini engellemiş (Doç. Aydın Yalçın), üniversiteleri kapatmakla tehdit etmiş (SBF), meclis tahkikat komisyonları kurdurarak üniversiteleri inceletmiş, rektörün izni olmadan polisleri üniversite içine kadar sokmuş, hocaları Emniyette sorguya çektirmiş, polise rektör yumruklatmıştır (Rektör Sıddık Sami Onar). Birçok üniversite mensubu (SBF asistanlarından Coşkun Kırca, Şerif Mardin, Hukuk Fakültesi'nden Doç. Dr. Münci Kapani, Doçent Muammer Aksoy, Doç. Aydın Yalçın) olayları protesto etmek için istifa etmek zorunda kalmıştır (Aslan, 2004: 247-49, 258, 265, 287, 310).

 

Üniversitelere Karşı Akademilerin Teşkilatlandırılması- Bir yandan, mevcut üniversiteleri terbiye etmeye çalışan Menderes Hükümetinin, bir yandan da yeni kurulan üniversitelere özerklik vermeyerek ve mütevelli heyet eliyle yönetilecek tarzda organize ederek yeni ve kontrol altında bir model yaratmaya çalıştığı görülmektedir.

Bunun ilk örneği olarak Erzurum’da kurulan Atatürk Üniversitesi’dir. Bu üniversite, ABD’li profesörlerin önerileri doğrultusunda on yıl mütevelli heyeti tarafından idare edilecekti ve alınacak neticeye göre diğer üniversitelerdeki muhtariyetin de kaldı¬rılması gündeme gelecekti (Arslan, 2004: 245).

1955 ile 1957 yılları arasında, Karadeniz Teknik Üniversitesi Ege Üniversitesi, Ata¬türk Üniversitesi Orta Doğu Teknik Üniversitesi olmak üzere yeni statüde 4 yeni üniversite daha kurularak yeni model üniversiteler, İstanbul ve An¬kara dışındaki bölgesel merkezlere yaygınlaştırılmıştır. Daha önce açılan üniver¬siteler Avrupa geleneğine göre örgütlenmişken, yeni model üniversiteler pratik ihtiyaçlara öncelik veren ve ABD geleneğine göre kurulan üniversitelerdi. Bu üniversiteler, çok uzun süre özerk hale gelememişlerdir (Tekeli, 2010: 172). Menderes Hükümeti'nin üniversitelere kendi meşrebince ayar vermek için devreye soktuğu bir diğer sistemin ise, üniversiteler dışında öğre¬tim yapan Akademileri alternatif bir üniversite örgütlenme modeli olarak yaygınlaştırmak olduğu anlaşılmaktadır.

İlki, 16 Ocak 1883'te kurulan Akademiler, 8 Haziran 1959 tarih 7334 sayılı yasa ile bir yüksekokul ni¬teliğinden üniversiteye dönüştürülerek başka bir yük¬sek eğitim sistemi oluşturulduğu görülmektedir (Arslan, 2004: 289). Yasa çıktıktan sonra yeni akademilerin ve bağlı fakültelerinin kuruluşunda hızlı bir artış olduğu görülmektedir.

 

Darbeler ve Üniversiteler

 

27 Mayıs 1960 Darbesi ve Üniversiteler- 27 Mayıs 1960'ta, Orgeneral Cemal Gürsel'in başkanlığında Milli Birlik Komitesinin (MBK), DP'yi askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırarak yönetime el koymasını üniversiteler açıktan desteklemişlerdi (Aslan, 2004: 314). 27 Mayıs sonrası, seçimlerin hemen yapılmasına karşı çıkarak darbeciden daha darbeci davranan bir rektörün, bu dönemde üniversitede yapılacak düzenlemelerde danışmanlığının belirleyici rol oynadığı ifade edilmektedir (Arslan, 2004: 316).

 

Darbe yönetiminin ilk icraatı, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Vatan Cephesi'ne katılan iki profesörü işten atmak olmuştur (Arslan, 2004: 322). 27 Ma¬yıs darbesine destek veren üniversiteler, özerkliğin daha sağlam kurulması konusunda çalışmalara başlamışlardı; ancak MBK, üniversite kurulları ile ÜAK'dan istedikleri çalışmanın gelmesini beklemeden Üniversiteler Kanunu'nda değişiklik yapan kanunu hazırlatmıştır (Arslan, 2004: 314, 325). 27.10.1960 tarihli ve 115 sayılı yasa, 4936 sayılı yasanın bazı maddelerini değiştirip yeni maddeler eklemiştir. Anayasa’ya ilk defa üniversite ile ilgili bir madde konularak (Madde 120) bilimsel ve idari özerklik, anayasal güvence altına alınmıştır (Dölen, 2010: 112; Günay, 2004). Bu yasayla Milli Eğitim Bakanlığı’nın üniversite üzerindeki yetkileri azalmış, yönetim konularında daha geniş özerklik getirilmiştir. Maalesef darbecilerle işbirliğinin bedeli ağır olmuş ; MBK, 115 ve 114 sayılı yasayla çeşitli üniversitelerde çalışan 147 profe¬sör, doçent ve asistanı "tembel, yeteneksiz ve reform düş-manı" oldukları gerekçesiyle yeniden öğretim üyeliğine alınmamak üzere görevlerinden uzaklaştırmıştır. Bu tasfiye listesi üzerinde MBK’nın üç ay çalışmasına karşın; tasfiyeyi Milli Eğitim Bakanı’nın dahi gazete¬lerden öğrendiği belirtilmektedir (Arslan, 2004: 336-7).

 

147 öğretim üyesinin görevden alınması üzerine, beş üniversitenin rektörü, üniversitenin çöktüğünü beyan ederek istifa etmişlerdir. Darbeciler ise kendilerini, “atılacakların listesini bize üniversite verdi” diyerek, savunmuşlardır (Özen, 2002: 271). Tasfiyelerle ilgili herhangi bir ölçüt gösterilmemiş olması, yapılan tasfiyelerin bilimsel değil, siyasi kaygılarla yapıldığı konusunda yaygın kanıyı güçlendirmektedir.

 

12 Mart 1971 Darbesi ve Üniversiteler- 1969'da Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelmesinin hemen ardından başlayan öğrenci olayları, 1970'lerde hızla artarak bütün üniversiteleri kapsamıştı. Tekeli (2010:173), bu dönemde devlet üniversitelerinin aldıkları öğrenci sayısının arttırılma¬yarak, özel yüksekokullara büyük bir pazar bırakıldığını belirtmektedir. 1965 yılında çıkmış olan 625 sayılı Özel Okullar Yasasına dayanarak özel yük-sek okulların sayısı hızla artmıştır. Sonunda Anayasa Mahkemesine götürülen Özel Yüksek Okullar Yasası, anaya¬saya aykırılığı nedeniyle iptal edilmiştir. 12 Mart 1971'e kadar uzanan bu dönemde, üniversitelerde merkezi seçme sınavları kurumsallaşmış ve 1969 yılında 1184 sayılı kanunla Devlet Mimarlık Mühendislik Aka¬demileri (DMMA) kurulmuştur. On ilde birden açılan DMMA vasıtasıyla, üniversiteden farklı bir yönetim modeli olarak ortaya çıkan Akademi modeli, mühendislik alanına da yaygınlaştırılmıştır.

 

12 Mart 1971 darbesi yapıldığında, yükseköğretimin acil çözümlenmesi gereken sorunları vardı ve bu sorunların çözülmesi; ancak eğitim siste¬minde köklü değişikliklerle olanaklıydı. Askeri darbenin ardından 33. hükümet Nihat Erim’e kurduruldu. Yeni hükümet, eğitim reformu çalışmalarına giriştiyse de, sonuçta sağlıklı bir reform oluşturulamadı, parça parça ka¬rarlar çıktı. 1472 sayılı yasa ile özel yüksek okulların tasfiyesi kararlaştırılmışken, 1972 yılında yasada bir değişiklik yapılarak, bu okullara tekrar öğrenci alındı (Tekeli, 2010: 175). 12 Mart rejiminin, üniversite sorununu denetim kurma sorunu olarak gördüğü belirtilmektedir. Anayasa’nın üniversitelere özerklik tanıyan maddesi değiştirilerek “üniversiteler üzerinde devletin gözetim ve denetim hakkı” kavramı Anayasa’ya sokulmuştur Bunu sağlamak üzere, 20 Haziran 1973'te kabul edilen 1750 sayılı kanunla Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve Üniversite Denetleme Kurulu oluşturulmuştur (Dölen, 2010: 114-15). Bu dönemde, gerekli koşullar gözetilmeden birbiri arkasına pek çok üniversite açılmış, kimi üni¬versiteler başka illerde yeni yerleşkeler kurmuş, kimileri kendilerine bağlı fakül¬teler açmıştır. Yeterli düzeyde gelişemeyen bu üniversitelerin, artan talebi karşılaya¬cak kapasite yaratılmasını sağlayamaması üzerine, 1974-1975 yılına gelindiğinde yükseköğretim önündeki yığılmayı önlemek üzere “mektupla öğretim” başlatılmış ve sistem 1975-1976'da YAYKUR'a dö¬nüştürülmüştür (Tekeli, 2010: 175).

 

1979 yılına gelindiğinde, aynı nitelikte diplomalar veren, değişik yasal statüleri olan çok sayıda yükseköğretim kurumu vardır. Yükseköğretim sistemi; 1750 sayılı üniversiteler yasasına bağlı üniversiteler, 7334 sayılı yasaya bağlı İktisadi ve Ticari İlimler Akademileri, 1184 sayılı yasaya bağlı Devlet Mimarlık Mühendislik Akademileri (DMMA), 1418 sayılı yasaya ve yönetim açısından ise Milli Eğitim Bakanlığına bağlı DMMA, 1172 sayılı yasaya bağlı Güzel Sanatlar Akademisi, 1472 sayılı yasayla üniversitelere ve akademi¬lere bağlanmış olan eski yüksekokullar, 7307 sayılı yasaya bağlı ODTÜ ve Milli Eğitim Bakanlığına ve diğer bakanlıklara bağlı yüksek okullardan oluşmaktaydı. Bu dönemde, farklı yasalara tabi tutulan üniversitelerin statüsü, dava konusu edilerek özerk olmayan üniversite alanının özerk üniversiteler aleyhine genişlemesi engellenmeye çalışılmıştır (Tekeli, 2010: 176,199,181).

 

12 Eylul 1980 Darbesi ve Üniversiteler- Üçüncü Ecevit Hükümeti 12 Kasım 1979'da çekildiğinde, yükseköğ¬retim alanının düzenlenmesinde Anayasa Mahkemesinin iptal kararları dolayısıyla yaratılmış birçok yasal boşluk bulunu¬yordu. Üniversitenin ihtiyaçlarını tespitle yola çıkan Necdet Uğur’un üniversite çevreleriyle diyalog içinde hazırladığı yasa taslağı, 6. Süleyman Demirel Hükümetinin işbaşı yapmasıyla birlikte rafa kaldırıldı (Tekeli, 2010: 203).

 

12 Eylül’de askerler yönetime el koy¬duklarında, yükseköğretim alanında çözümsüzlük sürüyordu ve üniversite kendi içinde uzlaşamadığı için, belki de en iyi üniversite yasa taslağını gerçekleştirme şansını darbe liderlerinin kucağına düşerek hepten kaybetmişti. Darbe yönetimi, üniversiteleri baş düşman ilan etmişti (Timur, 2000: 343; Tekeli, 2010: 204-8). Darbe yönetiminin kontrol kaygıları ve Türk-İslam Sentezci görüşü, üniversitelere baskıcı yasalar şeklinde yansımış ve ders programlarında her yarıyıla Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ile Türkçe derslerinin konulmasıyla sonuçlanmıştır (Tekeli, 2010: 212, 227-8). 4 Kasım 1981'de, 2547 sayılı yasa ile üniversiteleri hepten sorunlu hale getirecek olan YÖK’na işlerlik kazandırılmıştır. Bu yasa ile birbirinden çok farklı amaçlarla faaliyet gösteren Akademi, Konservatuar, Yüksekokul gibi çeşitli öğretim kurumları üniversite çatısı altında toplanarak bu kurumların öğretim elemanlarına unvan dağıtılmıştır. Böylece yasa, bütün kurumları tabanda eşitleyerek kaliteyi düşürmüş ve yükseköğretimin karar kurullarını işlevsizleştirerek Rektörü tek yetkili makam kılmıştır (Dölen, 2010:116).

 

Tekeli’ye göre (2010: 229-30), 2547 sayılı yasanın hazırlanma tarzına ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre, ÜAK’dan görüş alınmış; fakat MEB’nın komisyonu bu görüşleri benimsemediği için fazla yararlanmamıştır. Bir başka rivayet ise, Üruğ Paşanın Doğramacı’dan bir taslak talep ettiği ve bu taslağın sadece iki maddesinde değişiklik yapılarak olduğu gibi kabul edildiği yönündedir. MGK taslağın görüşülmesi için, bir Milli Eğitim İhtisas Komisyonu kurmuştur. Bu komisyonda üniversiteden tek bir kimse bile yoktur. Yasaya İstanbul’dan 1447 öğretim üyesi karşı çıkmış, o günden buyana tepkiler hiç dinmeden sürmüştür.

 

Darbe yönetimine üniversitenin işleyişindeki her bir ayrıntıyı düzenlemek yetmediği, yükseköğretimin sadece kurumlarını değil, aktörlerini de sil baştan yaratacak arayışlar içine girdiği görülmektedir. Timur (2000:340) Darbe yönetiminin tarihte benzeri görülmemiş bir tasfiyeye imza attığını belirtmektedir. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasasının 2.Maddesinde 2 değişiklik yapmak suretiyle, kamuda toplam 4981 personelin görevine son verilmiştir. 1982 Kasım ayında ilk anda 95 öğretim üyesinin görevine son verilirken, sözleşmeleri uzatılmayarak işten uzaklaştırılan öğretim yardımcılarında kıyım çok daha yüksek rakamlara ulaşmıştır. Sıra kendisine gelmeden istifa eden, emekliliğini isteyen ve yurt dışına gidenlerle birlikte tepki çığ gibi büyümüştür. 1981-1982 ders yılında öğretim ele¬manları sayısı 22.223 iken 1983-1984 ders yılında bu sayının 20.333'e düştüğü hesaplanırsa, kayıp 1890 öğretim elemanıdır. Rotasyonu düzenleyen 40.maddenin a fıkrası değiştirilerek, öğretim üyeleri ayrıca mağdur edilmişlerdir. Görevlerine son verilenler, bir daha hiçbir zaman kamuda görev alamayacakları için çok ağır bedeller ödemişlerdir. Arkadaşlarına yapılanları protesto etmek için istifa eden ve emekliliğini isteyen öğretim elemanları ise rektörlüklerce cezalandırılmışlardır. Bunlardan bazılarının dilekçeleri, “Türkiye kanunlarına hakaret” ihbarıyla Cumhuriyet savcılığına gönderilerek yargılanmaları istenmiş ve emekliliklerine rektörlükçe türlü zorluklar çıkarılmıştır (Tekeli, 2010: 229-239).

 

Özellikle profesörlerde kayıp çok yüksek olduğundan, zora giren öğretimi sürdürebilmek için, YÖK’ün İngiltere’den öğretim üyesi getirtme girişimi, Türkiye’deki temizliğin haberini alan İngiltere’deki öğretim üyeleri örgütlerinin aldıkları ilke kararı sonucunda gerçekleştirilememiştir. Daha sonra yasanın 7. Maddesine (h) fıkrası eklenerek YÖK'ün öğretim üyelerini işten atması kolaylaştırılmıştır. 20 Aralık 1982'de ya¬yınlanan üniversitelerdeki kılık kıyafete ilişkin genelge ile saçlı, sakallı hocaların bazılarına görevden el çektirilirken, bazıları soruşturularak görevden atılmış, bir kısmı ise sakalını kesmeyerek istifa etmiştir (Tekeli, 2010: 229,233-34,238).

 

Anavatan Partisi Döneminde Üniversiteler

 

12 Eylül 1980 darbesinin ardından 13 Aralık 1983’de 45. hükümet olarak Özal kabinesini kurmuştur. II. Özal, Akbulut ve Yılmaz kabineleri olmak üzere, Anavatan Partisi (ANAP) 20 Kasım 1991 yılına kadar iktidarda kalmıştır. ANAP Dönemi, insanların birbirini ihbar ettikleri, üniversitelere terör ve anarşi yuvası, öğrencilere ise potansiyel suçlu gözü ile bakılan dönem olmuştur. Eğitimin kamu hizmeti olmaktan çıkarılması bu dönemde meşrulaştırılmıştır. Harçlar arttırılarak bunun ilk adımı atılmıştır.

 

3 Mart 1984 tarihinde çıkan Yüksek Öğretim Kurumları Sicil Yönetmeliğine göre, akademik personel fişlenmeye başlanmıştır. Fişlerde, elemanın boyu, kilosu dini, meslek dışı hareketleri ve kendisinin ve eşinin ahlak inancı, aile düzeni, eylemlere karışıp-karışmadığı gibi bilgiler işleniyor, dikkat çeken durumlar, Emniyet Müdürlüğüne ve YÖK Başkanlığına bildiriliyordu. 4 Şubat 1983 tarihli bir Başbakanlık Genelgesiyle, üniversitelerin yeni elemanlar alırken ve her yükseltme aşamasında güven¬lik soruşturması yapmaları şart koşulmuştur. Münci Kapani, bu yönetmeliğin Orwell’in 1984'ünü hatırlattığını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve Anayasanın "özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı" ilkesine aykırı olduğunu dile getirmiştir. Bu dönemde, YÖK Vakıf Üniversitelerinin önünü açacak yeni düzenlemeler yapmış, araştırma fonlarına işlerlik kazandırmış ve dökümantasyon merkezlerini kurmuştur (Tekeli, 2010: 249-250).

 

Doğru Yol Partisi Döneminde Üniversiteler

 

20 Kasım 1991’de 49. hükümeti, Demirel kurmuş ve 16 Mayıs 1993’e kadar iktidarda kalmıştır. Siyasilerin kendi illerinde üniversite kurmak için yarıştığı bu dönem üniversiteler, oy kaygısıyla milletvekillerinin her bir fakülteyi başka bir ilçeye dağıtmak istedikleri çekişmelere konu olmuştur. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin kurucu rektörü bu istediği geri çevirdiği için görevinden alınmıştır. Sadece 1992’de açılan yeni üniversite sayısı 21’e ulaşmıştır 27 Kasım 1992’de 3843 sayılı yasayla İkinci Öğretim başlatılmıştır (Tekeli, 2010: 302-305).

 

16 Mayıs 1993/ 25 Haziran 1993 tarihleri arasında kısa bir süre Erdal İnönü’nün vekaleten hükümeti üstlenmesinin sonrasında, 25 Haziran 1993’de Çiller hükümet olmuştur. Çiller 12 Ağustos 1993’te açık öğretimi yeniden yapılandırmış, diğer üniversitelerle diploma eşdeğerliği sözü vermiştir (Gürüz, 1993; Tekeli, 2010: 310). Refah-Yol dönemine kadar, hükümetler özelleştirmelerle meşgul olmuşlar, üniversitelerle ilgili önemli düzenlemeler olmamıştır. Başkanlığı döneminde irticacı ya da solcu oldukları gerekçesi ile pek çok rektörün görevden çekilmesini sağlayan ve üzerlerinde istifa etmeleri için baskı kuran, seçilmiş rektörlerin atanmasını engelleyen Gürüz’ün uygulamaları ile ilgili olarak, Demokratik Sol Parti iktidarı döneminde meclise 33 konuda suç duyurusunda bulunulmuştur. 16 Kasım 1999'da TBMM'de bir YÖK araştırma komisyonunun kurulmuş, fakat YÖK izin vermediği için soruşturulamamıştır (Tekeli, 2010: 338-9).

 

Refah-Yol Hükümeti Döneminde Üniversiteler

 

Bu dönem, eğitimde ağırlıklı olarak İmam Hatip Liselerinin (İHL) ve laikliğin tartışıldığı dönem olmuştur. 24 Aralık 1995'te yapılan genel seçimlerde 158 sandalye kazanan Refah Partisi seçimden en büyük parti ola¬rak çıkmış, Refah Partisi-Doğru Yol Partisinin oluştur¬duğu koalisyon hükümeti kurulmuştur. Necmettin Erbakan'ın Başbakanlı¬ğında kurulan koalisyon hükümetinde başbakanlık rotasyonla yürütüleceğinden bir süre sonra Tansu Çiller'in başbakanlık görevini üstlenmesi öngörülmüştü. Erbakan’ın politikalarına karşı 28 Şubat muhtırası verilmesi ve Haziran 1997’de rotasyon sırası Çiller’e geldiğinde, Cumhurbaşkanı Demirel’in görevi Mesut Yılmaz’a vererek bu ikiliyi iktidardan uzaklaştırmasıyla Refah-Yol dönemi sona ermiştir.

 

Refah-Yol hükümeti, 1996 yılı sonlarında bir yükseköğretim yasa taslağı hazırlamıştır. Bu taslakta, YÖK öncesi özerk döneme dönülmesini öngören düzenlemeler vardır. Üniversite temsilcilerinin, üniversiteleri siyasal iktidarın daha fazla denetimine alma amacı güttüğü gerekçesi ile eleştirdikleri bu yasa tasarısı 28 Ocak 1997’de kabul edildi. ODTÜ öğretim elemanları derneği 15 yılda 15’den fazla taslak hazırlanmış olmasının YÖK’teki olumsuzluklardan kaynaklandığını belirterek (Arslan, 2004: 568, 573), her hükümetin yükseköğretimi yeniden düzenleme sevdasını eleştirmiştir.

 

28 Şubat muhtırasıyla birlikte, üniversiteler¬deki türban tartışmaları yeniden canlanmıştır. Sınavlara girişte ve fotoğraflarda türbansız olma koşulu, KKTC ve İlahiyat Fakültelerini de kapsayacak şekilde genişletilerek uygulanmıştır. Eski Disiplin Yönetmeliğinin 4. ve 11. maddelerinde yapılan yeni bir düzenlemeyle YÖK'ün öğretim üyelerini üniversitelerden uzaklaştırma gücü artırılmıştır. Öğretim üyesi yetiştirme düzeni yeniden yapılandırılmıştır. 1996'da Kamu Personeli Yabancı Dil Sı¬navı (KPDS), 1997’de Lisansüstü Eğitim ve Öğre¬tim Yönetmeliğinde yapılan yeni bir düzenlemeyle üniversitelerin görüşü alınmadan LES –ALES sınavı konulmuştur (Tekeli, 2010: 315-17, 319, 321).

 

Yılmaz döneminde, sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim yasası çıkarılmış, eğitimden katkı payı alınmaya başlanmıştır. Yine bu dönemde, küçük yaşta çocukların örgün olmayan din¬sel eğitim kanallarına girmesinin yolunu tıkayacak düzenlemeler yapılmış ve meslek liselerinin orta bölümleri kapatılarak İmam Hatip okullarının meslek adamı yetiş¬tirme amacının dışına çıkması, ikinci bir eğitim kanalı haline gel¬mesi engellenmeye çalışılmıştır. Alınan bu önlemler sonucu, bu okullarda öğrenim gören toplam öğrenci sayısı 511.502’den 2000-2001 ders yılında 91.620'ye inmiştir. YÖK, mesleki lise mezunlarına üniversite giriş sınavlarında uygulanacak katsayıyı farklılaştırmıştır. 1999 yılından itibaren uygulamaya ko¬nulan bu kurallarla, İHL mezunlarının İlahiyat Fakültesi dışındaki alanlara girmesi zorlaştırılmıştır. Bu uygulama sonucunda, Eğitim Fakültelerine giren İHL mezunlarının sayısı 3285'ten 315'e ve İHL’lerin yıllık mezun sayısı 1999'da 79.479 iken 2003'te 9.380'e düşmüştür (Tekeli, 2010: 311-314).

 

KÜRESEL İKTİDAR VE ÜNİVERSİTELER

Üniversitede Küresel Aktörler Patronajında Yeni Liberal Düzenlemeler

 

1980 yılı boyunca yapılan sayısız düzenleme ile yükseköğretim sistemi merkezileşmiş ve tümüyle iktidarın kontrolü altına alınmış durumdaydı. Özerklik, üniversitenin faaliyetlerini sadece siyasal iktidarın etkisi dışında yürütmek anlamının ötesinde, aynı zamanda sermayenin ve küresel güç odaklarının da etki alanlarının dışında olmayı gerektirmektedir. Türkiye’de toplumu düzenleyen temel kurumlar, 1980 yılından itibaren yeni liberal politikalar doğrultusunda yeniden inşa edilirken üniversite bu kurgunun dışında kalamazdı. Yeni dönemin önemli aktörlerinden olan ve devletin bütün karar mekanizmalarına ortak edilen özel sektörün aktörleri, şimdi de eğitimin karar mekanizmalarına ortak edilecek şekilde düzenlemeler yapılıyordu. Yaklaşık olarak yılda bir hükümet değişikliği olan 1990’lı yıllar ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yönetiminde devam eden 2000’li yıllar, eğitim alanında yeni liberal politikaların yerleştirilmesinin adım adım ilerletildiği yıllar olmuştur.

 

Patron, 24 Ocak sürecinde olduğu gibi yine Dünya Bankası idi. 1970’li yılların sonlarında başlayan küreselleşme hareketinin bir devamı olarak, birçok ülkede aynı anda ve benzer politikalarla Çevre Ülkelerin bütün temel kurumları küresel ekonomiyi destekleyecek biçimde dönüştürülürken, eğitim sisteminin de küresel işletmelerin ucuz ve nitelikli ara eleman ihtiyacını karşılayacak biçimde yeniden örgütlenmesi gerekiyordu. Yerelde bu örgütlenmeyi kotaracak kurum olarak YÖK kurulurken, küresel aktör olarak da ilk Dünya Bankası (DB) devreye girmiş, ardından OECD, AB gibi diğer küresel aktörler de bu ekibe eklenmiştir. Bu nedenle Meslek Yüksekokullarının (MYO) sayısını arttırmak ve eğitim kalitesini yükseltmek için ilk DB Endüstriyel Eğitim Projesiyle devreye girmiştir.

 

1985’de uygulanmaya başlayan 32,7 milyon dolarlık I. Endüstriyel Eğitim Projesi ve 1989 yılında uygulanmaya başlayan 155,8 milyon dolarlık II. Endüstriyel Eğitim Projesi, MYO’ların techizatının yenilenmesi ve elemanlarının yurt dışında eğitilmesiyle ilgiliydi. Projenin ikinci adımı, Endüstriye Dayalı Eğitim Yönetmeliği hazırlatılarak Okul-Sanayi İşbirliğinin geliştirilmesini kapsıyordu (Tekeli, 2010: 261).

 

Özal’ın 1989’da geri çekmek zorunda kaldığı “özgün üniversite” kurma girişimi, 3 Nisan 1991’de 3707 sayılı yasa ile kabul edildi. Bu yasa, teknoloji enstitüleri, vakıf üniversiteleri ve özgün üniversitelerin kuru¬luş süreçlerine ilişkin düzenlemeleri kapsıyordu. Bu üniversiteler, rektör dışında sekiz üyeden oluşan Mütevelli Heyeti ile idare edilecek, Rektörleri Mütevelli Heyetinin göstereceği 4 aday arasından Cumhurbaşkanınca atanacaktır. Mütevelli Heyetine bağlı bir işletme hesabında toplanan kaynakların harcanması ise devletin denetimi dışına çıkarılmıştır (Tekeli, 2010: 218). Özgün üniversite yasasıyla, mali denetimden kaçırılan ve üniversitenin gerçek aktörlerini karar süreçlerinden dışlayan yeni bir üniversite modelinin yolunun açılması amaçlanıyordu. Anayasa’ya aykırılığı gerekçesiyle iptal edilen bu model daha sonra tekrar hayata geçirilmiştir.

 

Dünya Bankasının sağladığı bir krediyle 1 Aralık 1994'te 3 yıllık bir proje olarak Milli Eğitimi Geliştirme Pro¬jesi (MEGP) yürütülmeye baş¬lamıştır. Daha sonra proje 30 Haziran 1999'a kadar uzatılmıştır. YÖK, 1997 yılında Yükseköğretim Kurulu ve İngiliz Konsolosluğu ile birlikte Türk Üniversiteleri Kalite Belirleme Pro¬jesini gerçekleştirmiştir. Bununla, Türkiye'deki üniversitelerde OECD ve AB ülkelerindekine benzer bir kalite güvence siteminin oluşturulması istenmektedir. Öğretmen yetiştirme düzeni de yeni anlayışa uyacak biçimde değiştirilmiştir (Tekeli, 2010: 322-3). Kalite güvence sistemi oluşturulması bahanesiyle, daha önce öğretim üyesinin kontrolünde olan akademik süreçler kayıt altına alınarak küresel aktörlerin denetimine sokulmuştur.

 

1982, 1987, 1999 ve 2002’de Seçme ve Yerleştirme Sınavları yeniden düzenlenmiştir. 2002 yılından itibaren meslek li¬seleri mezunlarının kendi alanlarındaki MYO programlarına sınavsız yer¬leştirilmeleri uygulamasına geçilmiştir. Dünya Bankasının 1993'te bir çalışmasına dayanarak, Türki¬ye'nin OECD ekonomilerine eklemlenebilmesi için Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi kur¬ulmuştur. (Tekeli, 2010: 326-27). Meslek lisesi çıkışlı öğrencilere önce sınavsız olarak MYO’na girme hakkı tanınmış, ardından 2000 yılında dikey geçiş sınavıyla 4 yıllık üniversitelere geçiş şansı verilmiştir. İmam Hatip Liselerinin ağırlıkta olduğu mesleki eğitim liseleri, böylece normal liselere göre haksız avantaj elde etmişlerdir. Amaçları ve müfredatları tümüyle farklı mesleki eğitimle, bilim eğitimi arasındaki fark böylece kaldırılmış, üniversiteler yüksekokullaştırılmıştır.

 

TÜSİAD’ın desteğiyle yükseköğretim raporu hazırlayan ekipten Kemal Gürüz 1995 yılında YÖK başkanı yapılmıştır. Raporun, üniversitelerde yeni liberal anlayışı hakim kılmak ve onları bir şirket gibi yönetmek kaygısıyla hazırlandığı ifade edilmektedir. Raporun yazarlarına göre, çağdaş üniversite, modern işletmecilik teknikleriyle ve pazarın arz talep koşullarına uyacak şekilde yönetilen bir yer olarak tanımlanmakta, kendi finans kaynaklarını kendisinin yaratması öngörülmektedir (TÜSİAD, 1994’den akt. Timur, 2000: 353). Gürüz’ün yönetime gelmesiyle birlikte, yükseköğretimi piyasa aktörlerinin denetimine sokan düzenlemelere ve uygulamalara hız verilmiştir.

Vakıf üniversitelerinin sayısı hızla artarken, bu kurumlara devlet üniversitelerinin aleyhine adaletsiz kaynak aktarımı yapılmaya başlanmıştır (Tekeli, 2010: 329-330). Kaynakları iyice kısılan üniversiteler, araştırma ve kütüphane, bütçelerinden kesintiye giderek, fotokopi, iletişim gibi masraflarını ücretlendirerek, ellerindeki arsa, sosyal tesis ve misafirhaneleri satarak eğitimi finanse etmeye çalışmıştır. Böylece, kantin hizmetlerinden, temizlik hizmetlerine, rutin hizmet üreten birimlerin istihdamına varıncaya kadar sayısız taşeron firma ile özel şirketlerin üniversite içine girmesine zemin yaratılmıştır. Teknokent’ler adı altında özel işletmelere üniversitenin fiziki imkanlarından, insan kaynaklarından ve projelerinden bedelsiz yararlanma imkanı sağlanmıştır. Gönel ve Akçalı (2007: 11-12), kaynak yokluğu aldatmacasıyla başlatılan bu sürecin, üniversiteleri holdinglerin yan kuruluşu haline getirdiğini, araştırmaların kaynak bulma sıkıntısıyla şirketlerin kar maksimizasyonuna hizmete yöneldiğini, siyanürle altın aramanın insan sağlığına hiçbir zararı olmadığını belirten raporların bu yapılanma içindeki üniversitelerden çıktığını belirtmektedirler.

Daha önce bilimsel kurullarda belirlenen yeterlilikleri, bir takım piyasa süreçlerine uyarlığı açısından yok sayan, çok büyük emeklerle yetişen bilim insanlarını berhava eden süreçler, aracı şirketlere Pazar yaratan akreditasyonlar uydurulmaya başlanmıştır. Bunlardan biri de Sürekli Eğitim Merkezleri uygulamasıdır. Bu uygulamaların, üniversite eğitimine paralel belgelendirme, iş vaat etme, şart koşma politikalarıyla, daha önce iş ortamında yapılan oryantasyon eğitimleri üniversitelere ve daha önce işyerlerinin karşıladığı eğitim maliyetleri de işsiz vatandaşların sırtına yüklenmiştir. İşsizliğin ve çaresizliğin üzerinden bile kazanç üreten şeytanca ve bir o kadar acımasız bir düzene üniversiteler ortak edilmiştir. Üstelik, Ercan’ın (2009) belirttiği gibi, “ömür boyu eğitim” sloganı vasıtasıyla diploma/sertifika satışı meşrulaştırılarak, eğitim alamayan kesimlerin de illa parasını alacak yeni ve sürekli bir Pazar yaratılmıştır.

 

Bologna Sürecini Nasıl Okumalı

 

On beşten fazla ülkenin imzası ile yayınlanan ilk Bologna Bildirisinin üzerinden 10 yıl geçmiş bulunuyor. Bologna sürecini başlatan eğitimle ilgili ilk saptamalar, Avrupa’nın önde gelen sermayedarlar örgütü (ERT) ve bizdeki odalar borsalar birliği benzeri kuruluş olan UNİCE’nin eğitimle ilgili raporlarından kaynaklanmaktadır. Bu raporlarda ileri sürülen üniversite-sanayi işbirliği fikri, Sorbon Bildirisinde “kültürler arası birlik” retoriğiyle Avrupa Yüksek Öğretim Alanı (AYA) oluşturma gereği olarak dile getirilmiştir. Hedef 2010 yılına kadar Avrupa’nın egemen ülkelerinin talepleri doğrultusunda yükseköğretim alanının dönüştürülmesi, başka bir deyişle bu alanın yeni liberal politikalar doğrultusunda sermayeye tümüyle açılmasıdır. Sorbon Bildirisinden bir yıl sonra Bologna Bildirgesi yayınlanmıştır. Bunu Türkiye’nin aktif katılımıyla Salamanka toplantısı, yaşam boyu eğitimi temel felsefe olarak ortaya atan Prag toplantısı, ve her defasında farklı bir ülkede düzenlenen diğer toplantılar izlemiştir (Ercan, 2009). Her bir toplantıda, başlangıçta öngörülmeyen yeni kurallar ilave edilerek, yükseköğretimde, karmaşık upuzun metinlerle, laf dolandırmalarla dolu bir yeniden inşa süreci başlatılmıştır. İlgili ülkelerin yüksek öğretimini örgütleyen kurumların da işbirliğinin sağlanmasıyla, yeni liberal aktörlerin yükseköğretimi adım adım teslim aldığı süreç hızla ilerletilmektedir. Hızla ilerleyebilmesi, Türkiye’de de olduğu gibi yerel hükümetlerin, kendi projelerini meşrulaştırmak için arkalarına Bologna rüzgarını almalarından, Ercan’ın da (2009) belirttiği gibi, iktidarın nimetlerinden daha uzun süre yararlanabilmenin yerel ve küresel sermayenin taleplerine uyarlı davranmaktan geçtiğini keşfetmelerinden kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de yükseköğretimde yapılan değişiklerin son on yılının Bologna Süreci çerçevesinde biçimlendiği belirtilmektedir (Gümüş ve Kurul, 2011: 6). Yeni liberal düzenlemelerin girdiği her alan gibi, bu süreç de kafa karışıklığı yaratacak biçimde, bildiğimiz kavramları bambaşka yerde ve anlamda kullanarak, çok aktörlü, çok raporlu ve çok karmaşık biçimde yürütülmektedir. Bu nedenle, bunun nasıl bir süreç olduğunu anlatmaya çalışmak kafaları karıştırmaktan başka bir şeye hizmet etmemektedir. Aslolan, neden böyle bir işe girişildiğinin anlaşılmasıdır. Bunu anlamak ve anlatmak için, bu sürecin satır aralarını dikkatle okumamız, kullanılan kavramların metin içinde neye karşılık olarak durduğunu deşifre etmemiz, nelerin hiç dillendirilmediğine ve istenmediğine dikkat çekmemiz gerekir. Söylenenlere baktığımızda, çok masum bir metin gibi görünen ilk Bologna bildirisi, altına kolaylıkla imza atılacak bir metin gibi görünmektedir.

 

Örneğin ilk metinde üniversitenin özerkliğinden, araştırma ve öğretim birliğinden söz edilmekte, fakat satır araları okunduğunda özerklik denilen şeyin bambaşka gönderimler içerdiği ifade edilmektedir (Ercan, 2009). Bildiride bahsedilen özerkliğin, bilinen anlamıyla üniversitenin kendi yöneticilerini seçmesi, kendi kaynaklarını yönetmesi, ders programlarını kendisinin belirlemesi ile hiçbir alakası olmadığı anlaşılmaktadır. Esasında, Bologna Süreci ile yapılan bunun tam tersidir. AYA yaratma ve öğretim kalitesini akredite etmek bahanesiyle, öğretim üyesine en küçük özerklik ya da karar alanı bırakmayacak şekilde, eğitimle ilgili süreçlerin dışsal kuruluşlarca denetlendiği, bilim kurullarının yerini piyasa kuruluşlarının aldığı bir sistem yerleştirilmektedir.

 

Kullanılan dil piyasanın dilidir, kavramlaştırmaların altı tümüyle piyasanın istekleriyle doldurulmuştur, metinde geçen hiçbir kavram kullanılageldiği anlamda referanslara karşılık gelmemektedir. Yeni liberal programlarının metinleri, işte bu yüzden, herkesin altına imza atabileceği geniş toplum kesimlerinin taleplerini içeriyor gibi bir yanılsama yaratmaktadır. Metnin satır aralarını okumak derken, esasında her kavramın metinde neye karşılık durduğunu gösterecek parantezleri açarak okumanın elzem olduğu kastedilmektedir. Bilinen kavramlar, yeni liberal metinlerde, muhalif kesimlerin taleplerini de içeriyor izlenimi veren dil oyunlarıyla tam da karşıtı olan şeye referansla kullanılmaktadır. Örneğin yeni liberal aktörlerin dilinde “özgürlük” kavramının neye karşılık durduğuna bakalım. Bu metinlerde geçtiği haliyle özgürlük kavramının, bilinen anlamıyla öğrencinin hiçbir etki altında kalmadan kendi seçimlerini yapabilmesi, kendi geleceği ve dahil olduğu eğitim süreçleri hakkında söz sahibi olmasıyla hiçbir alakası olmadığı anlaşılmaktadır. Yeni liberal metinlerden birinde özgürlük, öğrencinin seçme-eleme süreçlerinden kurtulup istediği Fakülteye parasını ödeyip kayıt olabilmesi olarak kavramlaştırılırken, başka bir metinde piyasanın başka bir talebine karşılık gelecek şekilde kullanılabilmektedir. Kavramların bilinen anlamı dışında her defasında başka başka şeylere gönderme yapacak biçimde kullanılması, okuyucunun kafasını fena halde karıştırarak metinleri kendi alışık olduğu kavramlarla okumaya devam etmesine ve sözcüklerle inşa edilen tehlikenin farkına varamamasına neden olmaktadır.

 

Bütün bu laf dolandırmaların ötesinde işin özü, eğitimin yılda 200 milyar dolarlık sermaye hareketine neden olan önemli bir Pazar olmasında yatmaktadır (Portekiz Komünist Partisi, 2011:179).

“… 1950-60’ların refah devleti/sosyal devlet modeli orta sınıfın tabanını genişletirken yüksek öğrenime olan talepte de bir patlama yaratmıştı. Yüksek öğrenim kurumlarında yığılan öğrenciler, yalnızca öğrenim faaliyetleri için değil, aynı zamanda beslenme, barınma, boş zaman, kitap-kırtasiye malzemesi, giyim, ulaşım vb. ihtiyaçlar açısından muazzam bir “müşteri potansiyeli” anlamına geliyordu.” (Özbudun, 2010).

 

1999 Bologna Bildirisinin temel hareket noktası, bu pazarı finans kapitalin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmektir (Portekiz Komünist Partisi, 2011:179). Böylece AB, Kuzey Amerika’nın egemen olduğu bu pazardan pay kapma şansı elde edebilecektir. Bologna süreci ile, önce yükseköğretimin yeni sahipleri belirlenmekte, sonra bu sahiplerin kolaylıkla özelleştirebileceği şekilde eğitim süreçleri döngülere bölünüp paketlenmektedir. Hangi pakete yatırım yapılacağı, sürece katılan her bir ülkedeki mevcut statüko sistemini yeniden üretirken (Portekiz Komünist Partisi, 2011:180), Avrupa’nın Merkezindeki ülkelerle Çevre ülkeleri arasındaki hiyerarşi de yeniden üretilmiş olacaktır.

 

Daha şimdiden pek çok doktora programının ve bilim yapılan dalların bir bir kapandığına bakacak olursak, Türkiye’nin bu süreçte hayli aceleci davrandığı anlaşılmaktadır. Bologna Süreci ile ilgili çeşitli araştırma ve yayınların (Önal, 2011; Ercan, 2009; Gümüş ve Kurul, 2011; Hartmann, 2008), dikkatli bir okuması yapıldığında ders programlarının içeriksizleştirilmesi ve yeni liberal projeyi meşrulaştıracak derslerin müfredata eklenmesinin kararlaştırılması gibi uygulama örneklerinin, metinlerde öngörülen öğretim kalitesini arttırmakla hiçbir ilgisi olmaması gerekir. Bir başka önemli husus, küresel aktörlerin hangi alanı kredilerle desteklediği ve hangi bilim dallarından devlet desteğinin çekilmesini talep ettiğidir. Bologna Süreci ile hayata geçirilmekte olan, doktora eğitiminin ve bilim eğitimi ve üretiminin Merkez Avrupa ülkelerine kaydırılması ve Çevre Avrupa ülkelerindeki üniversite eğitiminin bilimsel anlamda içeriksizleştirilerek meslek eğitimine yöneltilmesidir. Çevre ülkelerde, finans kapitalin gereksinim duyduğu mesleki alanlarda eğitim veren programlar kredilerle desteklenerek, bu ülkelerin yükseköğretiminin, ucuz ve nitelikli işgücü deposu üretir hale getirilmesi hedeflenmektedir. Dünya Bankası, 1980’li yıllardan bu yana çevre ülkelerde 2 yıllık mesleki eğitimi kredilendirmek suretiyle bu niyeti açık etmiştir. YÖK’ün ise, bilim yapılan temel dalların açılmasına onay vermemekle, var olanların öğrenci kontenjanını kısıtlamakla ve kapatılmaları yönünde üniversiteler üzerinde baskı oluşturmakla aynı değirmene su taşıdığı aşikardır.

Merkez Avrupa ülkeleri, program uyumlama, ortak kredilendirme ve akreditasyon bahanesiyle, Çevre Ülkelerde, öğretim sürecini tümüyle öğretim üyesinin kontrolü dışına çıkaran bir süreci işletmektedirler. Bologna süreciyle, eş ölçüm sonucu en başarılı öğrencilerin, önemli projelerde istihdam edilerek Avrupa yükseköğretiminin Kuzey Amerika karşısındaki rekabet şansını artırmak üzere Çevre ülkelerden çekilip alınması planlanmaktadır. Tabii en önemlisi, insan olduğu sürece bitmeyecek bir Pazar sunan en karlı hizmet sektörü olan eğitim, akreditasyon bahanesiyle en ince ayrıntısıyla bütün süreçleriyle küresel aktörler tarafından kontrol altına alınmaktadır.

 

Sonuç

Yükseköğretim, mevcut düzeni yeniden üretmek anlamında, hiçbir siyasal iktidarın yabana atamayacağı önemli bir alandır. Aynı şekilde, sermaye açısından baktığımızda hiçbir sektörle kıyas kabul etmeyecek sonsuz bir talep imkanı sunan önemli bir pazardır. İşte bu iki açıdan, yerel siyasi aktörlerin ve bir o kadar da küresel sermayenin çekişme alanına girmektedir. Yine aynı nedenlerle, yükseköğretim sisteminde yapılan tüm değişikliklerde sistemin kendi iç işleyişinden kaynaklanan gereksinimler yerine, siyasi motifler ve kontrol kaygıları önemli rol oynamaktadır. Ülkemizde yüksek öğretim alanındaki değişikliklerin tümünün, iç dinamiklerin itici gücü ya da talepleriyle değil, dış zorlamalar ve siyasetin dönemsel beklentileriyle uyumlu olarak dışarıdan gelen kararlarla yapıldığı görülmektedir.

Türkiye’de yüksek öğretimin çok parçalı yapısı, mevcut yapıyı kontrol etmekte zorlanan iktidarların alternatif bir yapı yaratma çabasından ve özerk sistem aleyhine yeni yapıyı güçlendirerek mevcudun yerine geçecek bir düzen yerleştirme çabalarından kaynaklanmıştır. Osmanlı döneminde, pratik amaçlarla kurulan okullarla, bilim ve araştırma amacıyla kurulan Darülfunun birbirinden ayrı tutulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde de, Akademiler ve yüksekokullar başlangıçta üniversitelerden ayrı örgütlenmişken 1959’da siyasal amaçlarla birleştirilmişlerdir. Aynı şekilde başlangıçta bilim ve araştırma misyonu ile Humbolt modeline göre kurulan Darülfunun’un tasfiyesinden sonra Cumhuriyet dönemi üniversiteleri Fransız modeline göre yapılanmışlardır. 1933’de benimsenen modelle üniversitelere, rejimin destekçisi olma işlevi yüklenmiş ve resmi ideolojiyi müfredatlarına yansıtacak düzenlemelere gidilmiştir.

 

Osmanlı döneminde, Tanzimat’la birlikte dış dinamiklerin belirleyiciliği ile kurulan Darülfünun ile toplum arasında bir kan uyuşmazlığı yaşandığı anlaşılmaktadır. Çekişme görünüşte Medrese geleneği ile Darülfünun arasında gibi görünmekle birlikte, esasında küresel iktidar ile yerel iktidar arasındadır. Darülfünun’un vizyonu da misyonu da yerel iktidarın varlığını tehdit etmektedir. Darülfünun’un altı kez açılıp kapanmasında gerekçeler muhtelif olmakla birlikte, açılışlarda en önemli nedenlerden biri, Tanzimat’la başlayan kurumsal yenilenme ve onun ideolojisinin sürdürülmek zorunda olması gibi görünmektedir. Kapanışlarda ise en önemli neden, çoğu dışarıda yetişmiş müderrislerin mevcut sisteme muhalif ve Batı’lı değerlerle eğitim yapmasını, yerel iktidarın kurulu düzenini sürdürebilmesinin önünde en büyük engel olarak görmesi olarak belirginleşmektedir.

 

1970’lerin ikinci yarısından itibaren yeni liberal politikalar doğrultusunda, ülkenin tüm kurumları yeniden biçimlenirken, yükseköğretimin misyonu da yeniden tanımlanmış, kapitalizmin ihtiyacı olan ara elemanları yetiştiren kurumlar olarak MYO’larını da içine alacak biçimde üniversiteler yeniden teşkilatlandırılmıştır. Bu dönemde, üniversiteler küresel aktörlerin istekleri doğrultusunda Anglo-Sakson modeline göre yeniden yapılanmışlardır. Başlangıçta siyasal iktidarların müdahalesiyle başa çıkmaya çalışan yükseköğretimin 1980 başından itibaren artık küresel aktörlerle de başı derttedir. 1980 darbesinin ardından eğitimde küresel dönüşümü gerçekleştirme misyonuyla donatılan YÖK’ün kurulması, Türkiye’de eğitimin hedefinin sapmasına, kalitesinin düşmesine hizmet etmiştir. 1980’li yıllardan buyana küresel aktörlerin de yoğun bir biçimde sisteme müdahalesini, yıllardır zayıflatılmış ve güvencesizleştirilmiş iç dinamiklerin durdurabileceği konusunda hiçbir işaret fişeği görünmemektedir. Sanki, bildiğimiz üniversitenin sonunun geldiğinin hepimiz az çok bilincindeyiz. Kimsenin ne işe yaradığını bilmediği, araştırma zamanımızı fena halde yutan AKTS, BS formlarının kutucuklarını talep edilen piyasa diliyle doldurmakla boğuşurken, ölümcül bir hastalık gibi geriye çevirme gücümüz olmadığına inandırılmış bir döngünün içinde çaresiz bir bekleyiş sergilemekten, çok geç olmadan vazgeçmeliyiz. Nasıl? sorusuna cevaplar muhtelif olabilir. Örneğin, Ercan (2009), TÜSİAD gibi, sendikaların da, TMMOB’un da üniversite ile ilgili, konuya kendi alanları içinden bakan raporlar hazırlamalarını önermektedir. Neden olmasın? Eğitim sürecinin asıl sahipleri olan öğretim elemanı dernekleri, öğrenci dernekleri de yükseköğretim raporu hazırlamalı. Küresel ve yerel sermayenin raporlarını doğru okuma kılavuzları yazılmalı. Raporlarda yükseköğretimi kontrol altına almaya çalışan aktörlerin geçmiş icraatları ve onların sonuçları deşifre edilmeli. Daha fazla toplantı, daha fazla makale, daha fazla demeç, daha fazla gazete yazısıyla yeni liberalizmin masum görünen kavramları, niyetleri topluma aşikar kılınmalıdır.

 

Kaynakça

 

1. Adalet B. Alada, Türkiye’de Üniversite Üzerine: Tartışmalar, Arayışlar, Eğitim Bilim Toplum, Cilt 1, Sayı 4, (2003)

2. Adnan Gümüş ve Nejla Kurul, Üniversitelerde Bologna Süreci Neye Hizmet Ediyor? (Eğitim Sen Yükseköğretim Bürosu, Mart 2011)

3. Ali Arslan, Kısır Döngü (İstanbul: Truva Yayınları, 2004)

4. Ali Arslan, Darülfünun’dan Üniversite’ye, (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1995)

5. Durmuş Günay, “Küreselleşme ve Üniversite” Süleyman Demirel Üniversitesi, Uluslararası Davraz Kongresi Açılış Konuşması, 24 Eylül (Isparta, 2009).

6. Durmuş Günay, “Türkiye’nin Üniversite Sorunu”, SOBE: Sosyal Bilimler Evi Bilimsel Düşünce dergisi, Sayı. 3 (2006), s. 7-20.

7. Durmuş Günay, “Üniversitenin Neliği (mahiyeti), Akademik Özgürlük (Academic Freedom) ve Üniversite Özerkliği” International Congress on Higher Education, May 27-29 (İstanbul, 2004).

8. Durmuş Günay, “Medreseden üniversiteye trajik bir yolculuk” Mimar ve Mühendis, Sayı 26, (İstanbul, 1999) s. 41-49.

9. Durmuş Günay ve Alpay Aydemir, “Üniversitenin Anlamı ve Türkiye Üniversitelerinin Durumu”, 3. Ulusal Makine Mühendisliği ve Eğitimi Sempozyumu, Rapor ve Bildiriler Kitabı, Yayın no: 201, s.105-118, 16-17 Ekim (İstanbul: TMMOB, Makine Mühendisleri Odası, 1997)

10. Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 5, Özerk Üniversite Dönemi 1946-1981 (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010)

11. Eva Hartmann, “Bologna Goes Global: A new Imperialism in the Making?” Globalisation, Societies and Education, 6(3) (2008) s.207-220.

12. Ferda Keskin, “Foucault'da Etik ve Jeneoloji Kavramları”, Us Atölyesi, sayı 10 (2008a)

13. Ferda Keskin, “Foucault’da Etik ve Jeneoloji Kavramları (3)” Us Atölyesi, sayı 12, Kasım (2008b), s. 2-5.

14. Feride D. Gönel ve Timur Akçalı “Türkiye’de Neoliberal Politikaların Eğitime Yansımaları” Eğitim Bilim Toplum 5(20) (2007) s. 4-29.

15. Fuat Ercan “Bologna Süreci Üzerinden Eğitimdeki Değişimi Konuşmak: Genel Bir Değerlendirme” söyleşi, Öğrenci Muhalefeti Dergisi (28 Eylül 2009) www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=26886 (indirilme 25 Ağustos 2011)

16. Gülten Kazgan, Tanzimat’tan 21. yüzyıla Türkiye Ekonomisi Birinci Küreselleşmeden İkinci Küreselleşmeye (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006)

17. Haldun Özen, Entelektüelin Dramı: 12 Eylül'ün Cadı Kazanı (Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık, 2002)

18. lhan Tekeli, Tarihsel Bağlamı İçinde Türkiye'de Yükseköğretimin ve Yök'ün Tarihi İlhan Tekeli Toplu Eserler.14, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010).

19. Kemal İnal, Eğitim ve İktidar: Türkiye'de Ders Kitaplarında Demokratik ve Milliyetçi Değerler (İstanbul: Ütopya Yayıncılık, 2004).

20. Kemal Gürüz, “Herkese Üniversite Mümkün mü?”, Cumhuriyet Bilim ve Teknik, No 337 (1993) 4 Eylül.

21. Madun Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, çev. A. Baki Güçlü, (Ankara: Bilim ve Sanat, 1997)

22. Mete Tunçay ve Haldun Özen, “1933 Tasfiyesinden Önce Darülfünun”, Yapıt Dergisi, Sayı: 7 (1984) s. 5-28.

23. Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev.M.Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 2000).

24. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi I, Çev. H. Tufan (İstanbul: Afa Yayınları1993)

25. N.Evrim Önal, (Der.) içinde, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Dizi: Bilim Dünyası, Sıra No: 46 (İstanbul: Yazılama Yayınları, 2011).

26. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 1979)

27. Portekiz Komünist Partisi (PKP) “Bologna Süreci: Federalizm Yolunda Bir Adım Daha” (s.179-189) Önal, N.E. (Der.) içinde, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Dizi: Bilim Dünyası, Sıra No: 46 (İstanbul: Yazılama Yayınları, 2011).

28. Seval Yaman, Radikal (2006) 10 Aralık.

29. Sibel Özbudun, “Üniversitelere Neo-Liberal Öpücük[1]” (02 Ekim 2010) http://www.ozguruniversite.org. (indirilme tarihi, 25 Ağustos 2011)

30. Taner Timur, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, (Ankara: İmge Kitabevi, 2000)

31. TÜSİAD, Dünya'da Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji, (İstanbul: TÜSİAD yayınları, 1994).

32. www.tarihogretmeni.com (indirilme tarihi 5 Eylül 2011)

 

ContactspcBanaspcCreative Commons Licenseİçeriğimiz CC BY-NC
spcUlaşınspcLisansına tabidir

w3c HTML CSS Compatible

* * * Site kullanım şartlarını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz * * *