Küresel İş Sisteminin Türkiye’de Örgütlenmesinde Yörünge Bağımlı Değişim
Şükran Gölbaşı 2010
Künye: 2000'li yillarda Türkiye'de Iktisat ve Siyaset Rüzgarları içinde (Der. Ömür Birler, Simten Çoşar, Hakan Mıhçı ve Gamze Yücesan Özdemir) Ankara: Efil Yayınevi. Ss. 190. ISBN 978-605-4334-93-3
Giriş
20. yüzyılın sonunda ekonomik faaliyetlerin artan uluslararasılaşması, mevcut kapitalizmin yerine geçecek yeni bir uluslararası ekonomik örgütlenme biçiminin doğmasına neden olmuştur[1]. 1980 sonrasında, kendi kurumları, kuralları ve yeni aktörleriyle birlikte yaratılmaya çalışılan bu yeni tip küresel iş sistemi, küreselleşme retoriği ile Türkiye dahil bütün ülkelerde meşrulaştırılmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır[2]. Yerleştirilmeye çalışılan yeni dünya düzeni, değişen uluslararası bağlamın gerekleri doğrultusunda kendiliğinden işleyen bir süreç gibi gösterilmiştir.
Esasında bu süreç, kendiliğinden işleyen bir süreç olmayıp, yeni düzenin egemen aktörlerinin çıkarları doğrultusunda yönlendirilen sosyal bir kurgu olarak hayata geçirilmiştir. Uluslararası düzeyde pek çok aktörün kontrolünde örgütlenen yeni kurumsal düzenin, diğer ülkelerde de pek çok örneğine rastlandığı gibi Türkiye’de de askeri, siyasi ve ekonomik seçkinlerden oluşan yerel destekçileri vardır. Yeni düzenin kurgusu ve meşrulaştırmasında, yerel aktörlerin söylemin inşa edici rolünden yararlandıkları görülmektedir[3].
Bu durumda, yeni sistemin kurucu aktörlerinden olan yerel ekonomik aktörlerin söylemlerinin incelenmesi, büyük iş örgütlerinin Türkiye’de nasıl bir yeni kurumsal düzen arzuladığının ipuçlarını verebilir. Bu nedenle, iş sistemlerini yapılandıran temel kurumların mantığındaki değişim ve süreklilikler ve eski kurumsal yapıdan nelerin korunup nelerin değiştirilmek istendiği, ekonomik aktörün davranışları ve söylemlerinden hareketle incelenmiştir. Elde edilen bulgular, makro kurumsal kuramın ve yeni kurumsal kuramın kavramlaştırmalarından yararlanılarak yorumlanmıştır.
İncelemede ilk olarak, sosyal gerçekliğin kurgulanmasında dilin rolü ve önemine değinilmiştir. Onu izleyen başlık altında, ekonomik faaliyetlerin sosyal yapı içinde yerleşikliği ve kurumsal değişimin yönü ile ilgili tezler ele alınmıştır. 3. başlıkta kurumsal değişim yazınında ıraksamacı tezlerin iddiaları açımlanarak ulusal kurumların iş sistemleri üzerindeki etkileri işlenmiştir. İzleyen başlıklarda, konu Türkiye bağlamında özelleştirilerek sırasıyla 1980 öncesi Türk İş Sisteminin özellikleri ve yeni liberal politikaların hayata geçirilmesinin Türk İş Sisteminde neden olduğu dönüşümler incelenmiştir. Son üç başlık belgelerin incelenmesi ve bulgu ve sonuçların açıklanmasına ayrılmıştır. İlk olarak, TÜSİAD’ın yeni kurumsal düzenle çelişen talep ve davranışlarını sergilemek açısından hangi söylemlerinin ne yönden incelendiği açıklığa kavuşturulmuştur. İkinci olarak, çelişkili söylemlerinden alıntılarla yeni kurumsal düzene karşın TÜSİAD’ın eski girişimci tutum ve davranışlarını sürdürdüğü, eski ve yeni kurumsal düzenin işine gelen unsurlarını benimserken, çıkarlarına uymayan unsurlarına direndiği gösterilmeye çalışılmıştır. Sonuç ve tartışma bölümünde, Türkiye’de küresel kurumların gözetiminde diğer dünya ülkeleriyle eşbiçimli olarak örgütlenen yeni kurumsal yapıya karşın ekonomik aktörün eski tutum ve alışkanlıklarını sürdürmesinin nedenleri, kuramsal referanslarla açıklanmaya çalışılmıştır.
Dil, Sosyal Gerçekliğin İnşa Sürecinin Temelidir
Kurumlar kendi kendine değişmemektedir. Kurumları yaratma, yayma ve sabitlemede aktörün ve eyleminin rolünün önemine dikkat çekilmektedir. Aktörler, mevcut kurumsal çerçevede çıkarları zedelendiğinde kendi prestijlerini ve güçlerini korumak için eylem olanaklarını ve göreli güçlerini kullanarak bu kurumları radikal bir biçimde değiştirmeye çalışabilmektedir[4]. Bu inceleme söylemler üzerinden yürütülmüştür, çünkü söylem kuramcılarına göre dil, sosyal gerçekliğin inşa sürecinin temelidir. Toplumsal kurmacı pozisyonda dil, sosyal gerçekliği meşrulaştırmada ve kurumsallaştırmada önemli bir işleve sahiptir. İnsan tarafından nesnelleştirilmeden ve daha objektif bir gerçeklik olarak deneyimlenmeden önce, kurumlar insan tarafından üretilmektedir. Bu nesnelleştirilen gerçeklik, toplumun üyelerinin inanışlarını da içinde barındıran ve sosyo-kültürel bir bağlamda sürekli yeniden inşa edilen bir sembolik-yorumlayıcı süreçtir. Berger ve Luckmann verili olan veya sorgulanmadan kabul edilen bir dünya yerine, oluşturulmuş ya da icat edilmiş bir dünya portresi çizmektedirler[5].
Çevrenin toplumsal olarak inşa edildiği iddiasının, çevre koşullarından ve o koşulların nasıl algılandığından ayrı düşünülemeyeceği, örgütlerin çevresindeki olayların kendilerini apaçık tanımlayarak ve yorumlayarak bize sunmadığı, onlara anlamlarını bizim verdiğimiz ifade edilmektedir[6]. Yani örgütler, uyum sağlayacağı çevreyi kendileri seçmekte ve yaratmaktadır. Bu süreç, inşa edici bir yorumlamadır ve dil, şeyleştirme (reification) olarak nitelenen bu süreçte, inşa edilen gerçekliği somutlamada önemli bir rol oynamaktadır. Bu sürekli yeniden inşa etme ve bilinçli bir değiştirme süreci olarak işlemektedir. Bu süreçte, çevrenin bir çok unsuru ayıklanmakta, geriye kalanlar yeniden düzenlenmekte yani yeniden yaratılmaktadır. Weick bu anlamlandırma sürecini, çevrenin yeniden yaratılması (enactment) olarak adlandırmıştır. Anlamlandırma geriye dönük (retrospective) bir süreçtir, yani anlam geriye dönük olarak oluşur, ileriye dönük eylemler ve çıkarımlar hep önceki deneyimler üzerine kurulur. Varılan bu sürecin ardında, belli miktarda sosyal uzlaşma ve işbirliği, paylaşılan tarih ve deneyimler vardır[7].
Kurumsal Değişimin Yönü ile İlgili Tezler
Ekonomik faaliyetler, kurumlar vasıtasıyla örgütlenmektedir. Toplumları ve ekonomileri örgütleyen bu kurumlar, daha geniş politik düzenlemelerin ve kültürel anlamlandırma sistemlerinin içinde yerleşiktirler[8]. 1980 sonrası Dünya sistemindeki yapılaşmanın artması, günümüzde ulusal ekonomilerin, bir takım bağımsız ekonomilerin toplamından oluşan bir fenomen olarak incelenemeyeceğini göstermiştir[9]. Küresel ekonomik dalgalanmaların ve ekonomideki genişleme ve daralma devrelerinin, ulusal ekonomilerin kurumlarında da dönüşüme yol açacağı belirtilmektedir[10]. Kurumsal ve örgütsel değişim yazınından hareketle, içinde bulundukları toplumun kurumsal yapısının bir parçası olarak girişimci örgütlerin, toplumun diğer üyeleri ile birlikte bu dönüşümde payı ve rolü olabileceği gibi kendi tutum ve davranışlarının da kurumsal, kültürel ve tarihi etkilerle bir ölçüde bu yapı tarafından belirlendiği iddia edilebilir.
Kurumsal ve örgütsel değişimin yönü konusunda, alan yazında üç farklı görüşün varlığından söz edilmektedir. Yakınsama görüşü yanlıları, ulusal ekonomiler arasındaki karşılıklı bağımlılığı artıran küreselleşmenin, küresel bir kapitalist sistem yaratacağını ve tüm ulusal sistemlerin kendini, bu sistemin gerekliliklerine göre uyarlayacağını savunmaktadırlar[11].
Iraksama yaklaşımı[12], küreselleşme olgusuna rağmen, uluslar arası iş sistemlerindeki farklılıkların anlamlı bir biçimde süreceğini savunmaktadırlar. Whitley[13], ulusal iş sistemleri arasında benzeşmeye doğru bir yöneliş olsa bile bunun yavaş ve tarihsel geçmişi yansıtacak biçimde yörünge bağımlı olacağını ileri sürmektedir. Bu iki tezin de tek başına belirleyici olamayacağını savunan bütünleştirici yaklaşımlar ise, küresel, ulusal ve örgütsel etmenlerin tümünün örgütlerin yapılarında ve yönetim uygulamalarında aynı anda etkili olabileceğini savunmaktadır[14].
Ulusal Kurumların İş Sistemleri Üzerinde Etkileri
Makro kurumsal yaklaşım, tarihsel ve politik olayların, ülkelerin ekonomik örgütlenme tarzlarında önemli bir ayırt edici unsur olarak ortaya çıktığını belirtmektedir. Benzer kültürlerden gelen Doğu Asya ülkelerindeki örgütlenme tarzlarının farklılığı, bu ülkelerin birbirinden farklı tarihi geçmişleri ve politik örgütlenme tarzlarıyla açıklanmaktadır[15]. Ulusal kurumların, iş örgütlerinin yapı ve davranışları üzerinde etkileri ile ilgili üç tez vardır. Makro kurumsal kuram çerçevesinde incelenen bu üç tez; sosyal etki, otorite ilişkileri ve iş sistemleri yaklaşımlarıdır. Whitley[16],diğer iki tezin üzerinde durduğu kurumları da kendi incelemesine dahil ederek, bir ülkedeki farklı kurumsal örgütlenmelerin, o ülkede ne tür örgütsel formlar açığa çıkaracağını formülleştirmeye çalışmış ve bir ülkenin kurumlarının yarattığı o ülkeye özgü ekonomik örgütlenme tarzını, Ulusal İş Sistemleri olarak adlandırmıştır. Bu yaklaşıma göre, kurumsal çevredeki değişimlerin iş sistemine nasıl yansıyacağı, tarihi kalıplara, kurumların gücüne ve aralarındaki ilişkinin niteliğine göre farklılaşacaktır.
Whitley[17], modernleşmenin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve ekonomik sistemi ve iş ortamını etkileyen başlıca ulusal kurumları; devlet, finansal sistem, beceri geliştirme ve kontrol sistemi ve güven ve otorite ilişkilerini yöneten başat gelenekler olarak sıralamaktadır.
Whitley[18] ulusal kurumların özelliklerinin ortaya çıkardığı çeşitli örgüt yapısı, aktör özellikleri ve aktörler arası ilişkileri sınıflandırarak birbirinden farklı 6 iş sistemi tanımlamıştır. Her bir sistemde, ekonomik faaliyetler ve kaynakların nasıl kontrol ve koordine edildiği, ekonomik gücün özel sektöre devredilme derecesi, ekonomik faaliyetlerin yönetiminin firma sahiplerinden uzak olma derecesi, ekonomik aktörlerin kendi kendine yeterlilik derecesi, lider firmaların kaynakları kontrol etme ve ekonomik faaliyetleri çeşitlendirme derecesi ve stratejileri, üretim faktörlerinin akışını koordine eden aracı kurumların varlığı, piyasa ilişkilerinin kişisel ilişkilere bağlılık derecesi, yetkeye dayalı koordinasyon ve kontrol sistemleri, işçi-işveren ilişkileri farklılaşmaktadır. Whitley’e göre, bir ülkedeki piyasa özellikleri, örgütler arası ilişkiler ve yaygın örgüt tipi, o ülkenin kültürel, siyasal, hukuki ve ekonomik bağlamındaki tarihsel değişimler sonucu oluşan baskın sosyal kurumlar aracılığıyla biçimlenmektedir. Çeşitli kapitalist pazar ekonomilerinde, farklı ekonomik örgütlenme biçimlerine rastlanmasının nedeni, ilgili ulusal bağlamın kurumlarının farklı özellikler taşımasından kaynaklanmaktadır.
1980 Öncesi Türk İş Sisteminin Özellikleri
Buğra[19] geç sanayileşmenin, üretken olmayan güçlere dayalı Osmanlı devlet sisteminin ve kültürel değerlerinin ve ülkenin uluslararası sisteme bağlanma biçiminin Türkiye’de kendine özgü bir iş sistemi yarattığını ifade etmektedir. Osmanlı sistemi, kapitalizmin temel değerlerinden biri olan rekabet ve çatışma yerine, işbirliği ve dayanışma değerlerine öncelik vermektedir[20]. Türk iş sisteminin ve kurumsal yapısının devlete bağımlı iş sistemleri grubunda yer alan Güney Kore ile önemli benzerlikler gösterdiği ifade edilmektedir.[21]
Geç sanayileşme, sermaye birikimini yetersizliğinden kaynaklanan devletin sanayi sermayesi rolünü üstlenmesine yol açan bir tür devletçiliğin doğmasına neden olmuştur.[22] Girişimci faaliyetinin yönlendirilmesinde devletin çok önemli rol oynaması, iş başarısının, işadamının devletle olan ilişkisine göre belirlenmesine neden olmuştur.[23] Buğra’ya göre, devletin yasa koyucu, düzenleyici, tedarikçi, rakip ve müşteri olarak ekonomik yaşamın içinde olması, seçilmiş ailelerin devlet tarafından desteklenmesi, yeni sektörlere, piyasa analizi ile değil, devletin önerisi ve ihaleleri ile girme alışkanlığına neden olmuştur. Bu durum, Türkiye’deki ekonomik aktörlerin davranışları üzerinde belirleyici olmuştur. Aktörlerde, Schumpeteryan anlamda rekabettense, spekülatif kazanca ve ticarete eğilimli, devletin sunduğu olanaklar için rekabet eden bir girişimci davranışı hakimdir.
Seçilmiş ailelere, KİT’ler kanalıyla ucuz girdi, KİT ortaklıklarıyla sermaye, devlet harcamaları ve ihaleleriyle pazar olanakları sunan devlet, büyük sermaye gruplarının ortaya çıkması ve güçlenmesinde en önemli kaldıraç rolü oynamıştır.[24] Türkiye’de doğrudan yatırımların büyük bir önem taşımamasının da, devletle işadamı arasındaki bağların güçlü kalmasını sürdürmede etken olduğu ifade edilmektedir.[25] Buğra’nın analizine göre, devletin belirsizlik kaynağı olması, girişimci sınıfın riskten kaçınan, spekülatif girişimci davranışı geliştirmesine neden olmuş, bu belirsizliğe tepki olarak yatay çeşitlenme (imalat, hizmet ve fınans sektörlerine yayılma) ve ailelerin egemenliğindeki holding yapıları ortaya çıkmıştır. Örgütlenme Biçimi olarak holding yapısının oluşturulma nedeni, vergi avantajı sağlamak ve ailenin kontrolünü güçlendirmektir. Batılı anlamda bir holding değil, hisseleri ve yönetimi ailenin elinde tuttuğu bir holding yapısı egemendir. Türk tipi holdinglerde, yönetim merkezi ve ailelerin kontrolündedir, bağlı şirketlerin üst düzey yöneticileri, yönetim kurullarında yer almaz, işletme yönetim kurulları göstermeliktir, genel müdürler merkezdeki yönetime karşı sorumludur ve profesyonelleşme düşük düzeydedir.
Türkiye’de yetersiz mali örgütlenme ve zayıf sermaye birikimi nedeniyle, 1980’li yıllara kadar krediye dayalı finans sistemi varlığını sürdürmüştür. Türkiye’de güçlü devlet geleneğinin, sivil örgütlenmede, ne korporatist çeşitlenmelere ne de çoğulculuğa verimli bir zemin sunmadığı belirtilmektedir. Siyasal yetkililerin, piyasadan kaynaklanan güç odaklarına karşı hoşgörüsüz ve soğuk tavrının, Türkiye’de aileyle devlet arasındaki ara örgütlerin gelişmesini engellediği, bu alanın 1971’de TÜSİAD kurulana kadar koporatist tarz örgütlenmelerle sadece devletin güdümünde olduğu ifade edilmektedir.[26] Devlet eliyle oluşturulan girişimci sınıfın, devlet desteğine olan önemli mali bağımlılığı nedeniyle bürokrasiyle hiç bir zaman doğrudan siyasi ve kültürel çatışmaya girmediği belirtilmektedir.[27]
1980 Sonrası Kurumsal Dönüşümler ve İş Sistemine Yansımaları
Üsdiken[28], örgüt ve yönetim alanından 1980 sonrası kurumsal dönüşümleri ve iş sistemindeki dönüşümleri konu edinen çalışmaların, ancak 2000’li yıllarda bir artış göstermeye başladığını belirtmektedir. Bu tarihe kadar Türkiye’de yeni liberal prensipler doğrultusundaki kurumsal dönüşümleri, daha çok kamu yönetimi ve ekonomi politik alanından akademisyenlerin çalışmalarından öğrenmekteyiz.
1980’lerin ilk çeyreğinde, ekonominin örgütlenmesi ile ilgili başlıca önemli kurumsal dönüşümler şöyle sıralanabilir: Devletin para ve kredi politikalarını yürüttüğü araçların denetimi parlamentonun dışına çıkarılmıştır. Devletin iktisat politikası araçlarının kontrolü piyasaya geçmiş ve tek elde toplanmıştır. Merkez Bankası bağımsızlaştırılarak ulusal politikalarla bağı koparılmıştır. Bütçe, çok sayıda denetim dışı fonlarla devre dışına çıkarılmıştır. Vergi düzeni, dolaylı vergilerin ağırlığı arttırılarak ve yapılan diğer düzenlemelerle büyük sermaye lehine değiştirilmiştir. Devlet KİT’lerin özelleştirilmesiyle, doğrudan üretim alanından uzaklaştırılmıştır. Menkul Kıymetler Borsası kurularak, ve kamu bankaları özelleştirilerek krediye dayalı finans sistemi, sermaye piyasası sistemine dönüştürülmüştür. Bütün bunların yanı sıra, batan şirketleri kurtaran devlet küçülememiştir[29].
Devlet, bütün kurumsal dönüşümlere karşın, ekonomide ana aktör olmaya devam etmektedir. Türk sanayi sektörünün, her türlü sorununun çözümünü hala devletten beklediği belirtilmektedir[30]. Kamu kuruluşları borsada işlem gören hisse senetlerine müdahale etmekte, şirketleri kurtarma haberleriyle hisse senedi fiyatlarını etkilemekte bir sakınca görmemektedir[31]. Bir yandan serbest piyasa sistemi yerleştirilmeye çalışılırken bir yandan da devlet tarafından Dış Ticaret Şirketlerinin (DTŞ) kurulması ironidir. DTŞ, ekonomide merkezi siyasal otoritenin gücünün ve piyasa yoğunlaşmasının artmasına neden olmuştur[32].
Hukuk sisteminin, serbest piyasa işleyişini kolaylaştıracak biçimde parça parça dönüştürülmesine ve epeyce yasa çıkmasına karşın yasaların ve düzenlemelerin uygulanmasında zafiyet olduğu[33] ve yatırımcının zayıf koruma yüzünden aile kontrolünü sürdürdüğü belirtilmektedir[34]. İMKB kurulmuş, fakat piyasaya dayalı finans sistemine geçilememiştir. Girişimciler, İMKB’ye karşı kendi bankalarını kurarak Holding Bankacılığını hayata geçirmişlerdir. Özel sektör, İMKB’ye gitmek yerine kendi bankasından kendisine kredi verirken, bankası olmayan şirketlerin finans koşullarını zorlaştırmıştır. Rasyonellik ilkesine uymaksızın verilen krediler, finans sistemini eskiye göre daha sorunlu hale getirmiştir[35]. Amerika'da %95 Avrupa’da %50 seviyesinde olan hisse senedi sahipliğinin, Türkiye'de % 3-4 seviyelerinde olduğu ifade edilmektedir[36].
Yeni liberal politikalarla birlikte gerçekleştirilen kurumsal dönüşümlere rağmen, güven ve yetki ilişkilerinde önemli bir fark olmadığı anlaşılmaktadır.. İş sisteminde, holding yapılanması baskın niteliğini (%56 oranında genel ve %72,53 oranında TÜSİAD’a üye şirketlerde) hala devam ettirmektedir[37]. Holdinglerde yönetim hala merkezden ve ailenin kontrolündedir[38]. Firmaların %75’inden fazlası ailelere aittir[39]. Profesyonelleşme ve kararlara katılım düşüktür[40]. Bağlı kuruluşlardaki yönetim kurulları göstermeliktir, aday gösterme hakkı sadece hissedarlara tanınmıştır. Çalışanlar yönetime katılmamaktadır[41].
İlgisiz faaliyet alanlarında çeşitlenme devam etmektedir[42]. 1980 sonrası kurulan şirketlerin de ilgisiz faaliyet alanlarında çeşitlenme stratejisi izlediği belirtilmektedir (Şahin 2005). Genel olarak, bir şirketin faaliyette bulunduğu sanayi dallarının sayısını arttırarak gelirlerindeki istikrarsızlığı ve dalgalanmaları gidermesi amacıyla tercih edilen bir yol olan çeşitlendirmenin ilgisiz faaliyet alanlarına yayılmayı sürdürmesi, Türk girişimcilerin güven sorununun sürdüğünü göstermektedir. Liberal dönemde sivil toplum üzerinde devlet kontrolünün daha da arttığı[43] ve ekonomik kararlarda ekonomik çıkar örgütlerinin görüşünün hala alınmadığı[44] belirtilmektedir.
TÜSİAD’ın Eski ve Yeni Kurumsal Düzen Arasında Gidip-Gelen Çelişkili
Söylemleri
Türkiye’de yeni liberal düzenin kurum ve kurallarının yerleştirilmesi konusunda yoğun çaba gösteren büyük iş örgütlerinin, kendi yönetim pratiklerini dönüştürme konusunda yavaş ve gönülsüz davranmalarını kendilerinin nasıl yorumladıkları ve başkalarına karşı ne şekilde meşrulaştırmaya çalıştıklarının ipuçları, kendi söylemlerinden yakalanmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, yeni liberal politikalar doğrultusunda Türk İş Sisteminin dönüştürülmesi yönünde somut adımlar atılan 1980 yılından günümüze kadar olan zaman diliminde ekonomik aktörün girişimci davranışlarındaki değişim incelenmiştir. Geçmişe dönük olarak aktörlerin o dönemdeki tutum ve söylemlerini tespit etmek için en uygun yöntemin, onların geçmişteki pratiklerine ve bu pratiklerini savunan söylemlerine bakmak olduğu ifade edilmektedir. Bu nedenle, sosyal bilimcilerin sıkça başvurduğu ve tarihi bir inceleme yapmak istediğimizde kaçınılmaz olarak başvurulacak tek yöntem olan ilgili dönemin belgelerinin incelenmesi yoluna gidilmiştir[45].
1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak günümüze kadar, işadamlarının söylemlerini kayıt altına alan her türlü belge ve onların pratiklerini dönem incelemesine konu yapan basın ve alanyazın incelemeleri bu araştırmanın evrenini oluşturmuştur. Bu evren içinden, TÜSİAD’ın ve Sanayi ve Ticaret Odaları temsilcilerinin, TÜSİAD’ın yönetim Kurulu Başkanlarının ve Yüksek İstişari Konsey başkanlarının konuşmaları, TÜSİAD Yıllık Ekonomik Değerlendirme Raporları, Ekonomik raporların ve çeşitli konulardaki raporların basına sunum konuşmaları, TÜSİAD Görüş Dergisinde yayınlanan görüşler, çeşitli sektör, oda, borsa ve işveren dernekleri temsilcilerinin basın bildirileri, basında çıkan söyleşileri, biyografi kitapları, basına yansıyan mektupları, web sayfalarında yayınladıkları bültenler, ekonomi yazarlarının değerlendirmeleri ve alanyazından ve basından dönem incelemesi yapan yazarların derlemeleri incelenerek TÜSİAD’ın eski ve yeni düzen arasında gidip-gelen çelişkili ifadeleri yakalanmaya çalışılmıştır.
1980 öncesi ekonomiyi örgütleyen kurum ve kurallar ve iş sisteminin genel hatları ile, ekonomide yeni liberal yapısal dönüşümle yeniden inşa edilen kurumlar ve kurallar karşılaştırılarak TÜSİAD’ın hangi taleplerinin kendi savunduğu yeni liberal düzenle çeliştiği anlaşılmaya çalışılmıştır. TÜSİAD’ın 24 Ocak kararlarının hemen öncesi ve sonrası değişim isteyen söylemleri toplanarak ne ölçüde öngörülen yapısal değişimle ve yeni liberal söylemle örtüştüğü incelenmiştir. Yeni liberal politikalar doğrultusunda kurumsal değişim başlatıldıktan itibaren günümüze kadar olan TÜSİAD’ın söylemlerinde bir yandan yeni liberal yapılaşmayı savunan ve yerleştirmeye çalışan ifadelerle bir yandan da eski yapı ve işleyişe göre tahsis edilen teşvik ve ayrıcalıkları koruma ve genişletme yönündeki ifadelere dikkat çekilmek istenmiştir.
TÜSİAD’ın söylemlerindeki çelişkiler yakalanarak, girişimci sınıfın eski yapının hangi unsurlarının değişmesine hazır olmadığı, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda eski ve yeni düzenin hangi kurumlarını bir arada tutmak istediği ilgili söylemlerden doğrudan alıntılarla gösterilmeye çalışılmıştır.
Ekonomik Aktörlerin Söylem ve Davranışlarında Yörünge Bağımlılık
Türkiye’de 1980’den İtibaren kurum ve kurallarıyla yerleştirilmeye çalışılan yeni liberal ekonomi, başlangıçta büyük iş örgütlerinin yoğun desteğini almasına rağmen, gerçek anlamda uygulanmak istendiğinde, şirketlerin risk ve sorumluluk almadan faaliyetlerini yürütmeye alışkın oldukları eski düzenin imkanlarından vazgeçmek istemedikleri görülmüştür. Yeni liberal uygulamalarla birlikte ekonomiden elini eteğini çekmesi için zorlanan devletin, TÜSİAD’ın söylemleriyle şirket kurtarmalar için yeniden sahneye davet edilmesi dikkat çekmiştir.
TÜSİAD’ın çeşitli söylemlerinden, esasen daha 1970’lerin ikinci yarısından itibaren dışa açık bir ekonominin savunulduğu, ulus devletlerinin koruma duvarları ardındaki ekonomileri dışa açık hale getirecek şekilde yeni bir örgütlenme içinde olan Dünya sisteminden kopmak istemedikleri ve dünyada oluşmakta olan yeni düzene eklemlenebilmek için ekonomiyi örgütleyen yerel yapının dönüşmesini istedikleri anlaşılmaktadır[46]. Siyasete yapılan bir dizi müdahalenin ardından görevi devralan yeni hükümet, 24 Ocak kararları ile ekonomide sistemi yeni liberal prensipler doğrultusunda düzenlemek üzere bir dizi kurumsal dönüşüm başlatmıştır. Böylece, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren savunulan düzen değişiklikleri bir bir hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Tesis edilmeye çalışılan yeni düzen, devletin makro düzeyde para-kredi politikalarıyla yetinerek ekonomideki diğer kararları serbest piyasa mekanizmasına bırakmasını ve ekonomiyi dışa dönük yapıya kavuşturacak bir yapı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlamaktaydı. Finans kaynaklarına erişemeyen şirketler kendi kaderlerine terk edilecek, herkes devletten destek bekleyememeyi ve kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenecektir[47]. Söylemlerine bakacak olursak, Türk girişimciler de böyle bir düzeni savunmaktadır. TÜSİAD Genel Sekreteri Ertuğrul İhsan Özol’un[48] Görüş Dergisinin kendisiyle yaptığı söyleşideki piyasa ekonomisi tanımının, Batılı anlamda bir kapitalizmle tümüyle örtüştüğü görülmektedir.
Yeni kurumları hararetle destekleyen ekonomik aktörlerin liberalizm tanımları, bilinen liberal politikaları onaylar görünmesine karşın, ekonominin yönetiminde yeni liberal politikalar doğrultusunda uygulamalar başlar başlamaz, girişimcilerin işlerini eski kurallarla sürdürme konusunda ayak diremeye başladıkları görülmektedir. Büyük iş örgütlerinin temsilcisi TÜSİAD ve diğer işadamlarımızın savundukları liberal düzeni, devletin destek ve teşvikleriyle tesis etmek istedikleri anlaşılmaktadır. TÜSİAD, alıştığı kurumsal düzenlemelerin, liberal ekonominin ruhuna ters düşse bile özel teşebbüsü besleyen kurum ve kurallarını koruyarak, diğer kurum ve kurallarının ise meşruiyetini aşındırarak kendine özgü bir düzen tesis etmek istemektedir. TÜSİAD, bir yandan devletin yerleşik kurumlarını ve o kurumları yöneten zihniyetin altını oyarken bir yandan da onun sağlamış olduğu risksiz ve güvenli ortamdan vazgeçememektedir.
Bu dönemde, TÜSİAD başkanı Ali Koçman’ın[49] devlet desteği ile uluslar arası rekabeti savunan söylemleri, Ömer Dinçkök’ün[50], özel sektörü “çocuk”, devleti “baba” olarak tanımlayan ve yeni liberal dönemde de baba şefkati ve koruması talep eden söylemleri bu açıdan ironidir. Tablo 1’de benzer söylemler alıntılanmıştır.
Tablo 1
TÜSİAD’ın Liberal Düzende Devletin Koruyuculuğu ve Teşviklerini Savunan Söylemleri
Tekstil sanayicisi Halit Narin “ Herkes devletin her şeyinden istifade etmelidir”[51
Selçuk Yaşar’a göre, Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinden değil, sadece piyasa ekonomisinden söz
Edilebilir. “Müdahale eden, koruyan, sübvansiyonlarla destekleyen güçlü devlet modeli geçerlidir”[52]
ENKA'nın Yönetim Kurulu Başkanı Şarık Tara: “Serbest piyasa ekonomisinden büyük sanayi hoşlanmaz.Çünkü burada rekabet vardır, ötekinde rahatlık ardır. Türkiye'de son iki yıldaki ihracat ve üretim artışının büyük bölümünü orta ve küçük sanayi gerçekleştirmiştir.”[53]
Esasında siyasi aktörler de bir yandan ekonomiyi piyasa kuralları doğrultusunda yeniden yapılandırırken ve liberal politikaları savunurken bir yandan da liberalizmin ruhuna tümüyle aykırı davranmayı sürdürmüşlerdir. Aşağıda Tablo 2’de alıntılanan söylem ve davranışlar, emek piyasasının sorunları hariç, ekonominin sorunlarını devlet imkanları ile çözme, özel sektöre kol kanat germe alışkanlığının sürdürüldüğünü göstermektedir. Eski düzenin imkanları ile yeni liberal düzenin nimetleri birleştirilerek büyük girişimciye uygulanırken, eski düzenin demir yumruk kuralları ve yeni politikaların eskiye göre daha aleyhte olanlarının bir karması da emek piyasasına ve köylü ve küçük girişimciye uygulanmaktadır. Aslında ekonomi yönetimi liberalleşmemiş, devlet halka karşı tüm sorumluluklarından sıyrılarak serbestleşmiştir.
Tablo 2
Siyasi Aktörlerin Yeni Liberal Kurumsallaşmaya İlişkin Çelişkili Tutumları
Dönemin Başbakanı Ulusu, devletin para bulmakta zorluk çeken kuruluşları ayakta tutmak için destek sağlayacağı ve faizlerin yeniden düzenleneceğinin sözünü vermektedir[54].
Merkez Bankası sıkıntıdaki bankalara yardım elini uzatıyor. İhracata sağlanan kredilerin iç piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılması gündeme geliyor. Reel faizi taşıyamayan sanayi ve finans kesimindeki tıkanıklık, firmaların ve bazı bankaların batmasına izin verilmeden sadece Kastelli’nin batışı hızlandırılarak çözülmek isteniyor. Ve serbest piyasa güçlerinin kendi sorunlarını kendi içlerinde kendi yöntemleriyle çözmelerine
seyirci kalınamayarak devletin kapsamlı müdahalesi zorunlu hale geliyor[55].
Bakanlar Kurulu 1980 yılında buğday fiyatını 10 TL olarak belirlemiş olmasına karşın buğdayın piyasa fiyatı
22 TL olarak oluşmuştu. Buğdayını serbest piyasada 22 liraya satan üreticinin davranışı, TMO Genel Müdürü tarafından Ekonomik Kurulda Başbakan’a şikayet ediliyor. Ulusu, “Bu işi biz serbest piyasa kurallarıyla çözemiyorsak, ben gidip tüccardan 22 Liralık buğdayı 16 liradan almasını da bilirim. Bu işi Konseyle konuşup çözeceğim”[56]
“8 Temmuz 1982 tarihli Tercüman’da yayınlanan röportajda Özal, “Bazı çevreler aman bu faizler insin, sanayi ölüyor, bitiyor diyorlar. Hatta bazı banka sahibi holdinglerimiz geliyorlar, devlet faizi tayin etsin diyorlar. Maksat halkın tasarruflarını düşük faize doğru itmek. Devlet üzerinde etki yapıp faizi düşürecekler... Onlar az
bir imkân da gelse faiz düşürülürse kredileri kendi işletmelerinde kullanacaklar.”[57]
“Cumhurbaşkanı kamu kuruluşlarının borsada işlem gören hisse senetlerinin Kamu Ortaklığı İdaresince desteklenip desteklenmemesi konusunda talimat vermektedir veya borsa değeri sıfıra yaklaşan bir şirketi "kurtarma" telkininde bulunup bunu basına duyurmakta ve aynı şirketin hisse senedi fiyatlarının birkaç misli yükselmesine yol açmaktadır[58].
Bu alaturka liberalizm yaklaşımı nedeniyledir ki, görece küçük işletmelerin batmasına seyirci kalıp kontrollerindeki banka kaynaklarını onları ucuza satın almak için kullanan bazı büyük işletme sahipleri, sıra kendilerine geldiğinde devleti imdada çağırmışlardır. Aşağıdaki Tablo 3’de iş adamlarımızın devleti göreve çağıran söylemleri gösterilmektedir.
Tablo 3
TÜSİAD’ın Devleti Göreve Çağıran Söylemleri
Sanayi kesiminin ağır faiz maliyetlerini tek başına göğüsleyemeyeceğini belirten TÜSİAD yönetim kurulu başkanı Ali Koçman: “MB’nın para politikasını disipline etmek,...bankalar arasındaki haksız rekabeti kaldırmak açısından üzerine düşen görevi yapması gerekiyor.” Ulagay’ın buna yorumu: “Demekki serbest rekabete bağlılık bıçak kemiğe dayanıncaya kadar” bir noktadan sonra büyük özel şirketlerin kurtarılması için devlet göreve çağrılıyor”[59]
İstanbul Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Nurullah Gezgin'in çözüm önerileri ... :“Sıkışık durumdaki kuruluşların banka borçlarının Merkez Bankası'nda bir fon kurularak konsolide edilmesi, ... Yol gösterici ve teşvik edici bir planın hazırlanması gerekir”[60]
TÜSİAD Başkanı Ali Koçman: “İşiniz, bugün teşvik gören dış pazara yönelik alanlarda değilse oksijensiz nasıl yaşayacaksınız 'İş alanınızı değiştirin' demek kolay ama bunu bugünden yarına gerçekleştirmek kolay değil. ... özel sektörün kısa vadeli finansman sorununa mutlaka bazı yeni ilaçlar bulunmalıdır. 'Yaşayan yaşar, ölen ölür' demekle bu sorun çözümlenemez”[61]
İSO Meclis Başkanı İbrahim Bodur: “Külahı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır. Burada devletin de yapabilecekleri var. Vergi mi indirecekler, ne edeceklerse etsinler, halletsinler bu işi”[62]
Sakıp Sabancı: “Sanayicilerin pahalı paradan dolayı ...sıkıntıların artacağı gözüküyor. ...Firmaların çökmesi halinde bankaların alacaklarını alamayacakları, likiditelerinin bozulması nedeniyle...çözümü zor sorunlar getirebileceği de unutulmamalı, devlet buna göz yummamalıdır”[63]
Bu dönemde işadamlarımızın çağrıları karşılık bulmuş ve çok sayıda şirket devlet eliyle kurtarılmıştır. Aşağıda Tablo 4’de bu kurtarma operasyonlarında devletin hangi politika araçlarını harekete geçirdiği görülmektedir.
Tablo 4
Yeni Liberal Dönemde Kurtarma Operasyonları
Yeni Liberal Dönemde Kurtarma operasyonları için çeşitli yol ve yöntemler kullanılmıştır. Bu kurtarma faaliyetlerinin başlıcaları şunlardır[64]:
Esasında liberalleşme ile teşvikler kalkmamış, tam tersine daha fazla genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Eski modelin kimi geleneksel araçlarının ortadan kalkmasının yanı sıra, çok daha büyük rakamlara ulaşan yeni rant olanaklarının yaratıldığı ifade edilmektedir[65].
Tablo 5
Yeni Liberal Dönemde Yaratılan Rantlar
Bu dönemde sistematik olmaktan çok, spesifik ve bazı grupları kayıran rantlar ağırlıktadır, aşağıda bazı önemli örnekler gösterilmiştir[66]:
“Vergi, kredi ve sübvansiyonlar, belediyelerin imar izinleri, şirket kurtarmalar, özelleştirme operasyonları, yabancı şirketlerle ortaklık için verilen izinler, yabancı sermaye yatırımlarına verilen teşvikler, Kamu
Ortaklığı İdaresi'nin borsada alım ve satım yapma yetkisi ile donatılması, liberal dönemde devletin yarattığı
yeni rant alanlarından bazılarıdır”
“Devletin özel sektöre sağladığı en önemli katkı ihracata verilen teşviklerdi. Bunlar: Vergi iadesi, kaynak kullanımı destek primi, kurumlar vergisi istisnası, vergi, resim, harç istisnası, ihracat dövizlerini kullanma
hakkı, ithalatta döviz tahsisi ve büyük ihracatçılara özgü munzam vergi iadesi adları altında verilmekteydi.”
“İhracata vergi iadesi uygulamasıyla devlet, 1963-1982 arasında 134.2 milyar liralık , 1984 yılında 275
milyar lira, 1985'te ise 228 milyar lira dolayında bir kaynağı ihracatçılara aktarmıştır.”
“Bunun dışında, Dış Ticaret Sermaye Şirketi kurmalarına izin verilen büyük ihracatçılara ise dev boyutlu teşvikler uygulanmıştır”
“Turizme sağlanan krediler, cari fiyatlarla, 1985'te 18 milyar iken 1986'da 80 milyar TL'ye, 1988'de 583
milyar TL'ye ve 1990'da 600 milyar TL'ye çıkmıştır. Bunun yanı sıra değerli kent arazileri "kamu
arazilerinin tahsisi" isimli teşvik mekanizmasıyla, yatırımcılara sunulmuştur “
“1985'te de "Serbest Bölgeler Kanunu" ile bu bölgelerde faaliyette bulunan işletmelere, vergi, resim, harç ve kambiyo yükümlülüklerinden muafiyet getirilmiş ve bu bölgelerde çalışan işçilerin 10 yıl süreyle grev yapmayacağı güvencesi verilmiştir.”
Yeni liberal dönemde, eskiye göre değişen sadece, bürokrasinin kaynak dağıtmakta tarafsızlığı sağlayan rolünün yok edilerek eskiden sistematik olarak ekonomiyi geliştirme amacıyla dağıtılan teşviklerin, bu kez siyasilerin elinde bir ödüllendirme/cezalandırma sistemine dönüşmüş olmasıdır[67].
Çağdaş Batı kapitalizminde ekonomik liberalizmden ve rekabetten herkesin anladığı, teknolojide, üretim maliyetlerinde, kalitede, fiyatta, pazara ulaşmada rakip firmadan bir adım önde bulunmaktır. Türkiye’de ise serbest piyasa kapitalizmi deyince, devletin sınırsız ihsan dağıtma yetenekleri ve teşviklerine erişmek için firmaların birbiriyle rekabet etmesi anlaşılmaktadır[68]. Buğra[69] Türk girişimcilerin Batı kapitalizminde bilinen türden girişimci olmak yerine, devletle yakın ilişkiler kurarak onun sağladığı fırsatları değerlendiren, sanayi yerine ticareti, uzun vadeli kazanç yerine kısa vadede elde edilebilecek spekülatif kazancı yeğleyen devlet olanakları için birbiriyle yarışan girişimciler olduğunu belirtmektedir. Aşağıdaki Tablo 6’daki alıntılardan iş adamlarımızın bunu ne kadar da doğal karşıladığı anlaşılmaktadır.
Tablo 6
Devlet rantları için rekabet
Siyasilere yakınlığını kullanarak, Taksim’deki arsası üzerindeki imar iznini on kattan otuz dört kata çıkarttığı için eleştirilen iş adamı Mustafa Süzer’in 1989’da Cumhuriyet Gazetesinde çıkan açıklaması: “Sabancıya kırk kat rant verilecek de bana niye verilmeyecek? Bunlar risk alarak kazanılmış rantlardır”[70
12 Eylül askeri yönetimiyle kurduğu yakın ilişkileri sivil iktidarla kuramayan tekstil sanayicisi Halit Narin'in: “Hükümet değişikliğinde menfaat... beklentilerim olmuştur. Bu da doğaldır. ...Bazı firmalar çıktı son beş senede. Bunları her temel atmada, her toplantıda, her ihalede görmeye başladık Boğaziçi’nin özelleştirilmesinde de bunları görüyoruz... Türkiye'de iki üç tekelin dışında ihale alan, iş yapan... yok mudur? Hadiselerin birkaç firmanın etrafında sergilenmesi yanlış... Üstün... aile tiplerine, bütün işleri ben yapacağım diye ortaya çıkan firmalara karşı... üzücü reaksiyonlar olmasın diye... şunu düşünüyoruz:... Herkes devletin her şeyinden istifade etmelidir.”[71]
Yüksek faize yol açan maliye politikalarını eleştiren dönemin TÜSIAD başkanı, sanayici Cem Boyner: “Hükümetin, kaynakları önemli ölçüde rant sektörüne, rantiye sınıfına kaydırdığı kanaatindeyim... iç borcun faizi, parasını sadece plase etmekle yaşayan bir gruba verildi... sanayici sanayicilik yapmaktansa, kaynaklarını sanayiden, ticaretten çekip rant sektörüne yatırmayı tercih etmiştir...”[72]
.
Tekstil sanayicisi Halit Narin'in de dışa dönük ticaret sermayesine sağlanan ayrıcalıklara tepkisi: “Biz... tüccar millet olmak istemiyoruz... Biz... her kuruşunu işine yatıran bir Türkiye yaratmak istiyoruz... Türkiye herkesin istediğini sattığı bir pazar olamaz. Liberal ekonomiyi böyle anlamak yanlıştır... Tekstilci(ler olarak)... pamuk işinden menfaat sağlayan birkaç tüccar kadar ağırlığımız yok."[73]
Siyasilerle kurulan ayrıcalıklı bireysel ilişkilerin, bu dönemde yüksek getiri sağladığı bir ortam yaratılmıştır[74]. Bu durum, TÜSİAD’ın kurulmasıyla birlikte, bir süredir sınıf bilinci içinde uzun vadeli çıkarlarını gözeterek ortak hareket eden işadamlarının, yeniden siyasilerle birebir yakın ilişki kurma zorunluluğunu gündeme getirmiştir. Sermaye grupları, kimi zaman eski siyasileri kadrolarına almak, eski generallere yönetim kurulu üyeliği vermek, kimi zaman da siyasi partileri desteklemek ya da meclise milletvekili sokmak biçiminde siyasilerle çeşitli yollardan ilişki kurmayı denemişlerdir[75].
2009 yılındaki Yüksek İstişare Konseyi’nin (YİK) toplantısındaki konuşmalar ve işadamlarının suskunluğu, liberalleşme ile birlikte çıkar dernekleri politikaları konusunda da pek fazla bir değişiklik olmadığını göstermektedir. Eleştiri dozunu arttırdıkları anda, devlet tarafından cezalandırılan işadamları, temkinli konuşmaya, devletle iyi geçinmeye özen göstermektedirler. Devlet halen babadır[76], işadamları her ne kadar babanın müdahalesinden yakınsalar da küresel rekabetin tehlikeli yollarından geçerken babalarının elinden tutmasını talep etmektedirler[77].
Tablo 7
Çıkar Dernekleri Politikaları
YİK toplantısında TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ: “Hep beraber susuyoruz“ imasında bulundu.
Deniz Ticaret Odası’nın bir üyesi “Evet susuyoruz, çünkü korkuyoruz. Aynı şeylerin bizim de başımıza gelmesinden çekiniyoruz”.
Önalanlar İnşaat’ın sahibi Ayhan Önalan “Maalesef herkes ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyor... İnsanlar korkuyor, konuşamıyor”.
Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç: “Şimdiye kadar bu toplantılara gelmiyordum. Artık gelme niyetindeyim. Ama bu sözlerimden sonra beni konuşturmazsınız”.
Turcas Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Aksoy: “Ali kardeşim haklı ama masaya yumruk vurmakla bir şey elde edilmez. Uzlaşıcı ve diyalog halinde politika izlemek gerekir. ...Başbakan’a en azından bu uygulamaların yabancı sermayeyi ürkütebileceği anlatılabilirdi.”[78]
Bugün TÜSİAD’da temel sorun, Arzuhan Doğan Yalçındağ’dan boşalacak başkanlık koltuğuna kimin oturacağı değil, Türkiye’nin YENİ koşullarında TÜSİAD’ın kendini nasıl konumlayacağıdır. Başbakan Erdoğan, iş dünyasında kendisine yakın hissetmediği işadamlarına akıl almaz baskı uyguluyor; astronomik vergi cezalarıyla korku salıyor. “Artık işadamları daha az konuşmalı” diyor. Erdoğan’ın bu sindirme operasyonu, TÜSİAD içinde de taraftar bulmuş olmalı ki, yeni başkan arayışları sürerken “... Kendimizi ekonomi ile sınırlayalım” sesleri de yükseliyor[79].
"Eskiden TÜSİAD üyeleri, başkan olabilmek için kulis yapardı. Şimdi kimse talip olmuyor. Arkadaşları TÜSİAD'a başkan yapmak için biz zorluyoruz; aday ol diye yalvarıyoruz."[80]
“İTO'da AKP meydan savaşı! İstanbul Ticaret Odası'nın başkanlık seçiminde iki AKP’li aday yarışacak.” [81]
Yıldırım: "Mağlup olan ben değilim, Türk özel sektörü mağluptur. İTO'nun özgür ve bağımsız olması için mücadele ettim" İTO yeni seçilen Başkanı hükümet ne derse onaylamakla, özel sektörün sorunlarını duyurmamakla eleştiriliyor[82].
Aydın Doğan: “Susmayı reddettik. Hükümet ile durum kontrol dışına çıktı. Tüm işlerimiz bürokrasiye takıldı.
Her şey gecikiyor”[83]
Erdoğan sessiz bir Türkiye istiyor. Aydın Doğan, "Erdoğan bizi susturmak istedi. Ancak biz sessiz kalmayı reddettik....”[84]
BERLİN: Türkiye'de hükümeti eleştiren medya kalmayacak. Doğan Grubu'na kesilen vergi cezası 'hükümetin intikamı'[85]
Yukarıda alıntılanan ifadeler, ekonomik liberalizme geçişin, işadamlarının devletle ilişkilerinde fazlaca bir değişikliğe neden olmadığı görülmektedir. Ne işadamları ne devlet alışık olduğu davranış kalıplarından vazgeçme niyetindedir. Kendilerinin de yoğun çabalarıyla ekonomi yönetiminde yeni liberal politikaların hayata geçirilmesinden bir yıl sonra TÜSİAD’dan “devlet baba her zaman yücedir”[86] açıklamasının gelmesi dikkat çekicidir. Girişimci sınıf, çıkarları zedelendikçe devletle çatışmaya girmekten kaçınmamakla birlikte, özel sektör bakımından gerçek çıkarın, hükümete karşı savaş açmakta değil onunla iyi geçinmekte olduğunu bilmektedirler[87]. Aslında her iki tarafın davranış biçimi, evde birbirini yiyen fakat, dışarıda ötekilere karşı (işçi örgütleri, küçük esnaf, köylüler vb.) karşılıklı birbirini kollayan kardeşleri anımsatmaktadır. Sendikal örgütlenmenin bütün imkanlarının yok edilmeye çalışıldığı yeni liberal dönemde TÜSİAD’a kamuya yararlı dernek payesi verilerek siyaset yapma imkanı sağlanması devlet babanın da ayrıcalıklı çocuklarını hala kolladığının bir göstergesidir.
Akar[88],eleştiri dozunu yükselttiği anda siyasilerin şiddetli tepkisi, aşağılaması ve yaptırımları ile karşılaşan girişimci sınıfın, çareyi devletle ilişkilerini iyi geçinmek üzerine kurmakta bulduğunu belirtilmektedir. 2009 YİK toplantısındaki söylemler, Akar’ın tespitini doğrular görünmektedir. Başlangıçta meşruiyet sorunu nedeniyle, sınıf çıkarlarını ulusal çıkarlar üzerinden savunan[89] TÜSİAD’ın yeni liberal düzene geçişle birlikte meşruiyet sorununu pek aşamadığı anlaşılmaktadır. Tablo 7’de Turcas Başkanı Aksoy’un sözlerinden anlaşılabileceği gibi, bu kez de meşruiyetin yine dolayımlı olarak ve “yabancı sermayeyi ürkütmemek” argümanı üzerinden kurulduğu görülmektedir.
TÜSİAD’ın Tablo 8’deki emek piyasası üzerine söylemleri, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kurguladığı çözüm önerilerini, bir takım önyargılar üzerine kurulmuş argümanlarla diğer toplumsal sınıflara karşı nasıl meşrulaştırmaya çalıştığını göstermektedir. Kendi sınıf çıkarlarına uymayan maddeler ihtiva ettiğini düşündükleri iş güvencesi ile ilgili hazırlanan ilk tasarıyı, Türk Ticaret Kanununu ve Vergi Düzenlemelerini engellerken kullandıkları argümanlar bunaörnek verilebilir. Emek piyasası yeniden biçimlendirilirken, devletin, emeğin temsilcileri olan sendikaların taleplerini hiç dikkate almamasına karşın, TÜSİAD’ın çeşitli söylemlerinin yeni kurumlaşmaya aynen temel alındığı görülmektedir. Aşağıdaki söylemlerinde görüldüğü gibi, emek piyasasının denetimi konusunda siyasal iktidarla çoğu zaman ortaklaşa hareket eden TÜSİAD’ın, yeni kurumsal düzeni kendi sınıf çıkarları yönünde yönlendirmede gerektiğinde tehdit ve şantaja başvurmaktan kaçınmadığı görülmektedir.
Tablo 8
Vehbi Koç, askeri cuntaya mektup yazarak ve çeşitli gazetelere demeçler vererek yeni sendikal düzenin nasıl olması gerektiği konusunda siyasete çağrı yaptı[90]. Koç’un çağrılarının gereği karşılığını bulmuş, hemen iki gün sonra, yani 27 Aralık 1980'de, Resmi Gazete'de yayımlanan bir yasa, ile kurulan Yüksek Hakem Kurulu (YHK) sözleşmeleri yenilemeye yetkili kılınmıştır. YHK'nin bağıtladığı sözleşmelerde işçilerin ekonomik demokratik haklarına da önemli sınırlamalar getirilmiştir, sendikal örgüt gücünü kırıcı, işçiyle sendikası arasındaki bağı zayıflatıcı, işçilerin bağımsız davranışlarını sınırlayıp işçileri işverenin sultası altma sokucu bir dizi hüküm yer almıştır[91].
İş güvencesi ile ilgili hazırlanan ilk tasarı , Bakanlar Kurulu'nun tüm üyeleri tarafından imzalandığı halde, işverenlerin baskısı sonucu... bir yıl bekletildi ve Meclis'e sunulmadı. Başta TİSK olmak üzere, işveren kuruluşları , tasarının yasalaşmaması için yoğun bir kulis faaliyeti yaptı. İşveren temsilcileri, Bakan Okuyan'ın tasarı ile ilgili fazla ısrarlı olmamasını, aksi halde görevden alınabileceğini ima ettiler.”[92]
“İşadamları İşsizler için oluşturulan fonda biriken 42.1 milyar TL’nin kendilerine kredi olarak dağıtılmasını istedi.”[93]
33 patron İşsizlik Fonu`na başvuru yaptı[94].
TÜSİAD yeni liberal düzenin Türkiye’de yasal bir zemine oturması için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Hukuk düzenine yön vermeye çalışan söylemlerden TÜSİAD’ın Batı’lı anlamda bir liberalizmin kurallarını yerleştirmekten çok, eski düzendeki ayrıcalıklı konumunu yasalaştırarak pekiştirme çabasında olduğu görülmektedir.
Tablo 9
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın 5. SİAD Zirvesi Konuşması: “Hızlı ve etkin bir yargı sisteminiz yoksa, borç alacak hukukunuz işlemez, serbest rekabet düzenini kuramazsınız, çünkü rekabeti bozan unsurları zamanında sistem dışına çıkaramazsınız. .. yabancı sermayeyi ülkeye çekemezsiniz. Haksız rekabetten koruyamadığınız için girişimciyi caydırırsınız. ... ülkeye teknoloji bile getiremezsiniz.”[95]
Türk ticaret hayatını daha şeffaf ve güvenilir hale getirerek şirketleşme ve kurumsallaşmayı ve sermaye birikimini teşvik edecek yeni Türk Ticaret Kanunu bir an önce yasalaşmalıdır[96].
Temel problem TTK’nun yetersizliğidir. SPK yetersiz kalmaktadır[97].
“Ticaret Kanunu’nu üç yıldır kimler TBMM’de bekletiyor? Devlet yardımlarından yararlanıp rekabeti bozan ve bu haksızlıktan kazanç sağlayan şirketler ... engelliyor. ... Bunlar devletten sürekli yardım talep ediyorlar.
Serbest piyasada eşit koşullarda rekabet etmeyip, Ankara’nın kararlarıyla para kazanmayı alışkanlık haline getirmişler[98].
Finansal sektörden alınan vergiler aşağı çekilmelidir[99].
TÜSİAD büyük mükelleflerin denetlenmesine karşı çıkıyor[100].
Sonuç ve Tartışmalar
Kurumsal değişimler için kısa olarak nitelenebilecek bir zaman diliminde, Türkiye’de ekonomiyi düzenleyen kurumların neredeyse tümü yeni liberal politikalar doğrultusunda dönüştürülmüştür. Alanyazın incelenirken değinildiği gibi, Türkiye gibi burjuvazinin tek başına toplumsal değişim ve dönüşümlere yön verecek kadar güçlü olmadığının varsayıldığı bir ülkede, toplumsal alanın bu kadar hızlı dönüştürülebilmesinde küresel etkilerin gücünü yadsımamak gerekir. Her ne kadar kurumsal dönüşümün hızı ve uluslararası kurumların yoğun müdahaleleri küreselleşmeci tezleri[101] destekler görünse de değişimin Osmanlı devlet geleneğinden ve kültürel yapısından kaynaklanan geçmişin izlerini taşıması, İş Sistemleri yaklaşımının tezlerini de doğrulamaktadır. Ulusal kurumların, küresel etkilerle son otuz yıldır önemli bir dönüşüme uğramasına karşın, Türk İş Sistemindeki değişimin yavaş olması ve yenilenen kurumsal yapı içinde eski düzenin pratiklerinin sürmesi, Whitley’in[102] yörünge bağımlı değişim tezini güçlü bir biçimde destekleyen veriler sunmaktadır.
1980 öncesine göre ekonomik üretimde doğrudan aktör olmaktan çekilmesine ve yeni liberal düzene uygun kurumsal dönüşümlerden sonra ekonomi konusundaki yetkilerini büyük ölçüde özel sektörle paylaşarak kullanmasına karşın, devletin hala ekonomide belirleyici aktör olmayı sürdürdüğü görülmektedir. Devletin sermaye birikimindeki asli rolünü teslim etmek kaydıyla, bu durum, ulusal kurumların ve Osmanlı devlet geleneğinin geçmişten gelen etkilerinin yeni kurumların biçimlenmesinde belirleyiciliğini sürdürdüğü yönünde yorumlanabilir.
Sivil örgütlenmelerin, devlet karşısında bir güç konumuna erişememesinde ne ölçüde kültürel ögelerin, ne ölçüde yönetici elitin geçmişten gelen meşruiyeti aşan gücünün etkili olduğu şüphesiz tartışılabilir. Çıkar politikalarının bir türlü devletin güdümünden çıkamaması, zenginliğin üretken olmayan toplumsal sınıfların elinde biriktiği Osmanlı toprak düzeninin etkilerini ve kültürle ilgili tezleri[103] destekler görünmektedir.
TÜSİAD’ın söylemlerinin kurucu gücünün, kendini en belirgin şekilde emek piyasasının ve hukuki yapının yeniden biçimlenmesinde gösterdiği ifade edilebilir. TÜSİAD’ın diğer toplumsal aktörlerle birlikte, göreli güçleri oranında toplumu yeniden kurarken çevrelerindeki işlerine gelmeyen eski unsurları ayıklayarak, yeninin çıkarlarına uyan unsurlarıyla bunları birleştirdikleri ve uyum sağlayacakları çevreyi yeniden kurgulamakta ve söylemleriyle bu yeni düzenin anlam sistemini somutlamakta, yaymakta ve yerleştirmekte hayli başarılı oldukları, çevrenin inşası ile ilgili tezler için[104] önemli bir örnek oluşturdukları söylenebilir. Eskinin alışkanlıklarının yeni yapılara yansıması, bu sürecin retrospektif olduğunu ifade eden Weick’ı[105] doğrulamaktadır. Emek piyasası konusunda düzenlemelerde olduğu gibi, bir takım konularda girişimci sınıfın eski yörüngenin bazı unsurlarını stratejik bir tercih[106] olarak sürdürmek istediklerini söylemek mümkündür.
KAYNAKÇA
45. Karaevli, A., “Türkiye'deki İşletme Gruplarında Çeşitlendirme Stratejilerinin Evrimi” Yönetim Araştırmaları Dergisi, C.8, (2008). s.85-107
Banaİçeriğimiz CC BY-NC
UlaşınLisansına tabidir
* * * Site kullanım şartlarını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz * * *