Ana Sayfa > Akademik > Kitaplar > Tüsiad'ın Toplumu İnşa Girişimleri

Tüsiad'ın Toplumu İnşa Girişimleri

generic_image

 

24 OCAK KARARLARI VE İZLEYEN SÜREÇTE
TÜSİAD’IN TOPLUMU İNŞA GİRİŞİMLERİ

 

The Attempts of TÜSİAD to Construct Society Through its Discourse in the Context of the January 24th Decisions and the Aftermath

 

ABSTRACT

 

This PhD Dissertation critically examines TÜSİAD’s attempts to reconstruct economic policy instruments of state through its discourse within the context of 24th January Decisions and the following period. As it is known, economic activities are embedded in a social texture, which is composed of the task environment of the economic activity, the national business system and the interlocking institutions and network relations of the world system.

 

In the first chapter of this study, the institutional structure of countries, which generates its own institutional logic, its historical patterns of authority and its national business systems are examined. The second part of this study examines the two restructuring periods in the World System and how Turkey was attached to that system and how the states were reconstructed in each period. The concept of ‘institutional entrepreneurship’ was adopted to explain how TUSİAD attempted to reconstruct the state by breaking embedded institutional logic. Institutional entrepreneurship concept here is used in the sense of an actor who uses its resources to change embedded institutional arrangements when its interest is in contradiction with actual arrangements.

 

In this study, Critical Theory of the Radical Humanist Paradigm was adopted as the investigation approach. Critical Discourse Analysis of Fairclough, which matched best with the basic assumptions of this study, is employed as the method of data analysis. As the research model, Benson’s dialectical perspective was adopted. The perspective was adapted into institutional theory as an investigation frame by Seo and Creed for overcoming “embedded agency paradox”. This theoretical frame was tested in practice and was enlarged in away to include the change which was initiated by powerful actors.

 

The results of the first part of the analysis showed that the discourse strategy of TUSİAD has been successful. It satisfies the pre-requisites of the concept of institutional entrepreneurship. It was evident that TÜSİAD, through its discourses, led to transformation of state’s economic policy instruments in Turkey. In the emergence of TÜSİAD as an institutional entrepreneur, it seems that its own position and various internal and external factors played a significant role. When the existing institutional arrangements were in contradiction with its interest, TÜSİAD resorted to such an attempt, with its institutional and social status helping it in materializing the change. TUSİAD did not manage this process alone. It was sort of a joint project with the political, military and international actors. The overlapping discourses of these actors support these findings. TÜSİAD also gained liberal intellectuals round in this attempt.

 

TÜSİAD is a powerful actor embedded deeply in certain institutional arrangements and whose interest is aligned with existing rules, structures and practices. When it is exposed to various institutional contradictions, its hegemonic position is eroded in relation to other actors. Dialectic perspective proposes that actors with prestigious positions also may have been victimized under certain conditions. Continuous institutional contradictions triggered disengagement of TUSİAD from highly institutionalized norms and gave rise to its critical evaluations of current praksis and institutional arrangements.

 

Strong institutional arrangements and tight coupling relations between international and national institutional structures and big bourgeoisie neither permitted gradual change nor enabled them to implement their own prescriptions. The burst of the crisis of world system deepened this crisis and triggered the collective action necessary for the change. TÜSİAD used the institutional contradictions exploitatively to mobilize the other actors and resources for change. The position of TÜSİAD in networks helped it in adopting the alternative institutional frame from heterogeneous contexts which was necessary for change, and in gaining supports of various actors.

 

The results of the analysis of the second part showed that the issues appointed as problematical in TÜSİAD’s discourses have materialized as the new institutions and rules. The institutions of the new administrative structure were‘Independent Regulatory Agencies’ where the state shared power with market actors. In this way governance was centralized and personalized, the regulatory bodies were kept out of parliamentary control and the auditing of the state economic policy was handed over to the market mechanism.

 

Keywords: Social Constructions of Reality, World System, National Business System, Embedded Agency, Institutional Entrepreneurship

 

ÖZET


Esasen işletme anabilim dalı yönetim-organizasyon bilim dalında tamamlanmış bir doktora tezi olan bu araştırmada, TÜSİAD’ın söylemleri aracılığıyla devletin iktisat politikası araçlarını neden ve nasıl dönüştürdüğünün 24 Ocak kararları ve izleyen süreç bağlamında eleştirel bir incelemesinin yapılması amaçlanmıştır. Ekonomik eylemlerin, başta kendi faaliyet çevreleri olmak üzere, ulusal iş sistemi ve dünya sistemi olarak adlandırdığımız iç içe geçmiş kurumlar ve ilişkiler ağından oluşan bir sosyal doku içinde yerleşik olduğu bilinmektedir.

Çalışmanın ilk bölümünde bu yerleşikliğin ulusal kaynakları olarak, her ülkenin  kendine özgü bir kurumsal mantık, bir otorite ilişkileri modeli, bir ulusal iş sistemi yaratmasına neden olan tarihsel geçmişinin, kültürünün ve sanayileşmeye giriş zamanının belirleyici olduğu kurumsal yapısı incelenmiştir. İkinci bölümde Dünya Sisteminin örgütlenmesi incelenmiştir. Dünya Sisteminde iki örgütlenme dönemi ve bu dönemlerde Türkiye’nin Dünya sistemine nasıl ve hangi koşullarda eklemlendiği ve bu örgütlenme tarzlarında devletin yeniden hangi araçlarla ve nasıl biçimlendirildiği sırasıyla ele alınmıştır. Kendini kuşatan bu kurumlar ağı içinden TÜSİAD’ın nasıl sıyrılıp da içinde yerleşik olduğu ve varlığının temeli olan devleti yeniden inşa girişiminde bulunabildiği, çalışmanın üçüncü bölümünde ‘kurumsal girişimcilik’ kavramına başvurularak incelenmeye çalışılmıştır.

Bu çalışmada, Radikal Hümanist Paradigmanın kuram oluşturma yaklaşımı ve bu paradigma içinde Eleştirel Kuram, soruşturma yaklaşımı olarak tercih edilmiştir. Yöntem olarak, eleştirel kuramın temel varsayımlarıyla uyumlu ve onun metodolojisi olan Eleştirel Söylem Analizi (ESA) esas alınmıştır. ESA’nin ayrıntılı dilbilgisel analizleri çok sayıda metin üzerinden çalışmada zorluk yaratmakla birlikte metin, etkileşim ve bağlamı birlikte analiz etmesi açısından, daha etraflı sonuç almada isabetli bir seçim olmuştur. Araştırma modeli olarak ise Seo ve Creed’in kurumsal kurama uyarladığı Benson’un diyalektik yaklaşımı kullanılmıştır. Modelin kuramsal çerçevesi, uygulamada güçlü aktörlerin başlattığı değişimi kapsayacak şekilde deneysel olarak genişletilmiştir. Analiz iki aşamalı olarak yürütülmüştür. Analizin ilk bölümünde TÜSİAD’ın söylemleri aracılığıyla devleti yeniden inşa girişimleri TÜSİAD metinleri üzerinden incelenmiştir. İkinci aşamada ise dönem yazını ve basın derlemeleri üzerinden, TÜSİAD’ın söylemindeki önerilerin pratikte bir yapısal dönüşümle sonuçlanıp–sonuçlanmadığı incelenmiştir.

Analizin sonuçları, TÜSİAD’ın söylemleriyle devletin iktisat politikası araçlarının dönüşümünde öncülük ettiğini, üstelik iktisat politikalarını da aşan hayli kapsamlı bir kurumsal girişimcilik örneği sergilediğini göstermiştir. Araştırma bulguları, TÜSİAD’ın bu süreci tek başına yönetmediği, siyasi, askeri, entelektüel ve uluslararası çevrelerle işbirliği yaptığını göstermiştir. TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasında, kendi konumu, ülke koşulları ve uluslararası koşullardan kaynaklanan pek çok iç ve dış etmenin etkili olduğu görülmüştür. TÜSİAD’ın mevcut kurumsal düzenlemeler içinde çıkarlarının zedelenmesi ve maruz kaldığı çeşitli kurumlar arası çelişkiler, böyle bir girişime kalkışmasına neden olmuş ve kurumsal ve sosyal statüsü ise değişimi olanaklı kılmada kendisine yardımcı olmuştur.

Mevcut sosyal sistem içinde yerleşik, çıkarları kurumsal yapı tarafından fazlasıyla karşılanan TÜSİAD’ın uzun süre maruz kaldığı çelişkiler, diğer aktörler karşısında egemen konumunun aşınmasına neden olmuştur. Bu durum, diyalektik yaklaşımın kavramlaştırmasıyla kurbanlaşan TÜSİAD’ın, içinde yerleşik olduğu yapı ile arasına mesafe koyarak mevcut kurumlara eleştirel bakmasına neden olmuştur. Uluslararası kurumsal yapı ile ulusal kurumlar ve büyük burjuvazi arasındaki karşılıklı bağımlılıkların gücü, bu kurumların birbirinden bağımsız alternatif reçeteleri uygulamalarını ve dereceli bir değişimi mümkün kılmamıştır. Dünya sisteminin eşzamanlı krizi, şok etkisi yaratarak içerde yaşanan krizi derinleştirmiş ve TÜSİAD’ın yerleşik yapılardan kolektif bir kalkış yaratmasına yardımcı olmuştur. Maruz kaldığı kurumsal çelişkileri kendi çıkarları lehine kullanan TÜSİAD, böylece radikal bir değişim için diğer aktörleri ve kaynakları harekete geçirebilmiştir.

TÜSİAD’ın ulusal ve uluslararası farklı kurumsal yapılar arasında sınır köprüsü konumunda olması, kendisine değişim için gerekli olan alternatif çerçeveyi sağlamada yardımcı olmuştur. Kurumsal ağ içindeki güçlü konumu ise çok çeşitli kaynakları harekete geçirmesini ve uluslararası ve yerel pek çok aktörün desteğini kazanmasını kolaylaştırmıştır. Araştırma sonuçları, seçilen modelin uygulamada kullanışlı bir çerçeve sağladığını ve modelin çerçevesinin güçlü aktörlerin başlattığı değişimi de açıklamak üzere genişletilebileceğini göstermiştir.

TÜSİAD’ın söylemsel stratejisinde sorunsallaştırılan alanların, bu kurgusal çerçeveye hayli uygun olarak yeni kurumlar ve kurallar olarak somutlaştığı görülmüştür. Yeni yönetim yapısının kurumları, devletin piyasa aktörleriyle eşit koşullarda iktidarı paylaştığı üst kurullar olarak ortaya çıkmıştır. Yönetim merkezileşmiş ve kişiselleştirilmiş, kurumlar parlamenter denetimin dışına çıkarılmış ve devletin iktisat politikası araçlarının kontrolünün piyasaya geçtiği bulgulanmıştır.



GİRİŞ

Bu araştırmada, çıkarları mevcut kurumsal yapı tarafından fazlasıyla karşılanan TÜSİAD’ın, içinde hayli yerleşik olduğu devleti neden ve nasıl değiştirme girişiminde bulunduğunun, 24 Ocak kararları ve izleyen süreç bağlamında incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın kapsamı, TÜSİAD’ın devletin iktisat politikası araçlarını dönüştürme çabalarının incelenmesi ile sınırlandırılmıştır.

Araştırmada üç farklı kuramsal çerçeveden yararlanılmıştır. Ülke koşullarından kaynaklanan dinamikler, ‘ulusal iş sistemleri’, ‘sosyal sistem’ ve ‘otorite yaklaşımı’ olmak üzere makro kurumsal kuramın üç yaklaşımı çerçevesinde birinci bölümde incelenmiştir. Dünya sisteminden kaynaklanan dinamikler ise ikinci bölümde ‘modernleşme kuramı’, ‘küreselleşme kuramı’ ve ‘kalkınma kuramları’ çerçevesinde incelenmiştir. Çalışmada, bir ekonomik çıkar örgütünün, bu yoğun yapılaşma ve ideolojik kuşatma içinden nasıl sıyrılıp da değişim eyleyeni olarak ortaya çıkabildiği ise üçüncü bölümde irdelenmiştir. Bu bölümde, TÜSİAD’ın devleti dönüştürme yönünde praksis’i kurumsal kuramın ‘yerleşik eyleyen’ ve ‘kurumsal girişimci’ kavramlarına başvurularak anlaşılmaya çalışılmıştır.

Ekonomik faaliyetler, diğer tüm eylemler gibi, sosyal olarak yapılanmışlardır ve daha geniş politik düzenlemelerin ve kültürel anlamlandırma sistemlerinin içinde yerleşik kurumlar vasıtasıyla örgütlenmişlerdir. Örgütleri çevreleyen kurumların oluşturduğu bu sosyal doku, matruşka bebekler gibi üç ayrı düzeyde birbirinin içinde yerleşik durumdadır. Ekonomik faaliyetleri birinci derecede çevreleyen yapılaşma, iş örgütlerinin görev alanını çevreleyen kurumlar ağıdır. Örgütlerin tedarikçileri, müşterileri, finans kuruluşları ve benzeri kurumlarla günlük faaliyetlerini yürütürken kurdukları ilişkilerle oluşan bu ağ, zamanla örgütlerin eylem alanını daraltan bir yapılaşmaya dönüşmektedir. Ekonomik faaliyetlerin gerçekleştiği örgütsel alan olarak adlandırdığımız bu kurumlar ağı, daha geniş bir sosyal doku içinde yerleşiktir. Bu doku, tarihi ve kültürel unsurların belirlediği ve politik düzenlemelerle çevrili ulusal alandır. Günümüzde ulusal ekonomiler, bir takım bağımsız ekonomilerin toplamından oluşan bir fenomen gibi incelenemeyeceğine göre, ulusal iş sistemlerini de dünya sisteminin bir parçası olarak incelemekteyiz. Yani, ekonomik eylem ve ulusal kurumlar, bir takım  uluslararası kurumlar ve kurallarla çevrelenmiş haldedir ve diğer ulusal sistemlerle birlikte dünya sistemi içinde yerleşiktir.
Her ülkenin tarihi geçmişi, kültürü ve kurumsal yapısı, kendine özgü bir kurumsal mantık, bir otorite ilişkileri modeli, bir ulusal iş sistemi yaratmasına neden olmaktadır. Makro kurumsal kuram adı altında incelediğimiz yaklaşımlar, kurumsallaşmış bir ilişkiler ağı içinde hareket eden örgütlerin, yerleşik oldukları ulusal yapıya bağlı olarak farklı ekonomik, politik ve toplumsal kurumlar tarafından biçimlendirildiğini açıklamaktadır. Otorite yaklaşımı, bu kurumlar içinde devlete, sosyal, ekonomik ve politik kurumları etkileme kapasitesinden dolayı özel bir önem atfetmektedir. Geçmişten gelen bazı modeller ve kültürel değerlerle biçimlenen devlet politikaları ve kurumsal mantık ve onlara göre biçimlenen iş sistemleri, aktörlerin stratejik tercihlerine daha geniş yer açabileceği gibi, kimi zaman bağımlılıklarını daha da arttırabilmektedir. Bu anlamda birinci bölümde incelenen ulusal çevre, bazı unsurlarıyla kurumsal girişimciliği olanaklı kılarken, bazı unsurları ile onun için kısıt oluşturabilmektedir. Türkiye’nin geç sanayileşmesi ve otoriter devlet yapısı, bu ülkede devlete bağımlı bir iş sistemi ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sistemin ekonomik aktöre en az stratejik seçim şansı ve eylem alanı bırakan sistem olduğu bilinmektedir. Yeterli birikim sağlanana kadar devletin ekonomik faaliyetleri bizzat yürütmesi, ekonomik çıkar örgütlerinin devletten özerk davranamamasına neden olurken, Türk burjuvazisinin ve Türkiye’nin Dünya sistemindeki yerini de tayin edici olmuştur.
Beş bölümden oluşan çalışmanın, kuramsal tartışmalara ayrılan üç bölümünden ikincisinde Dünya sisteminin işleyişi ve II. Dünya Savaşı sonrası ve 1980’li yıllardan itibaren iki büyük örgütlenme dönemi incelenmiştir. Dünya sisteminin bugünkü temel kurumları, II. Dünya Savaşı sonrası örgütlenme döneminde kurulmuşlardır. Ülkelerin kurulan yeni sistemle uyumlu işleyebilmesi için, biçimlendirilmeleri bu kurumlar eliyle sağlanmıştır. Bu ülkelerin kurumsal yapılarının yeniden biçimlendirilmesi, görece gelişmiş ülkelerde modernleşme kuramı ile, az gelişmiş ülkelerde ise gelişme yazını ile meşrulaştırılmıştır. Kolonyal tip sömürgeciliğin devrinin kapanması nedeniyle, bu yeniden inşa ile yeni bir tür bağımlılık ilişkisinin kurulması ve sürdürülmesinin koşulları yaratılmış ve ülkelerin yeni sisteme nasıl katılacağı, uluslararası ekonomik işbölümü ile tayin edilmiştir. Bu inşa sırasında, eskiden sömürgeci ülkelerin üstlenmiş olduğu özel sektör için gerekli altyapının hazırlanması, kârsız alanlarda doğrudan üretim yapılması ve benzeri pek çok işlevi, bu ülkelerin devletlerinin üstlenmesi sağlanmıştır. Zamanla bu ülkelerin güçlenip Merkez ülkelerle eşit haklar talep etmesiyle bu oydaşma bozulmuş ve 1970’lerin ikinci yarısı sistem tartışmalarıyla geçmiştir.
1980’den itibaren dünya sisteminin yeniden örgütlendiğine tanık olunmuştur. Bu kez büyüyen devletin küçültülmesi, altyapısını oluşturduğu büyük sanayi kuruluşlarının özelleştirme ile özel sektöre devredilmesi hedeflenmiştir. Devletin sosyal hizmet verdiği eğitim, sağlık, güvenlik gibi alanlardan uzaklaştırılarak sermayenin düşen kâr marjını arttırabilmesi için yeni alanlar açılması ve bütün ülkelerin koruma duvarlarının indirilerek sermayenin dünya çapında serbestçe dolaşabilmesinin önünün açılması kararlaştırılmıştır. Devlet sadece küçültülmekle kalmayacak, idari ve siyasi bütünlüğü parçalanarak ve yönetimdeki yetkileri, “yönetişim” formülüyle bir tür konsorsiyuma devredilerek piyasa aktörleriyle eşdeğer konuma getirilecektir. Devlet karşıtı bu yeni liberal paradigmayı yerleştirmek amacıyla, küreselleşme söylemi işe koşulmuştur. Çok karmaşık süreçlerin işletilmesiyle, çok çeşitli uluslararası kurumların katılımıyla süren yeniden inşada, ideolojik süreçlerin çok baskın olduğu belirtilmektedir. Değişim sürecinin sömürgeci yanının, yepyeni kavramlar inşa edilerek ve eski kavramlara yepyeni anlamlar atanarak ve bu kavramlar özgürlük, katılım ve demokrasi gibi özlem duyulan kavramlarla ilintilendirilerek maskelenmeye çalışıldığı ifade edilmektedir. Birinci inşa döneminde Marshall yardımlarının kullanıldığı gibi, bu dönemde de, IMF ve DB’nın kredi koşullarıyla ülkeler kriz ortamına sürüklenmiş ve kendi kurumlarını kendilerinin yıkmaları sağlanmıştır.
Gelişmiş ülkeler değişim ve dönüşümlerini, kendi toplumlarından gelen bir talep ve ivme ile kendi burjuvazileri öncülüğünde gerçekleştirirken, az gelişmiş ülkelerin zayıf burjuvazisinin böyle bir değişimi tek başına gerçekleştirecek güce sahip olmadığı ileri sürülmektedir. Bu ülkelerin burjuvazisinin, sadece birtakım tarihi ve ulusal nedenlerle değil, ülkesinin uluslararası sistemdeki yerini kendisinin özgürce tayin edememesinin bir sonucu olarak da, daha fazla bağımlılık içinde olduğu belirtilmektedir. Bu bağımlılık zincirinin nasıl kırılıp da değişimin önünün açılabileceği, kurumsal kuramın ‘yerleşik eyleyen’ ikilemi ve ‘kurumsal girişimcilik’ kavramlarına başvurularak üçüncü bölümde açıklanmaya çalışılmıştır.
Toplumsal inşacı görüş, esasında ekonomik eylemi çevreleyen bu yapılaşmanın, doğal bir sürecin sonucu olmayıp, sıradan insanlar tarafından ya da ayrıcalıklı konumunu sürdürmek isteyen seçkinlerin gücüyle, toplumsal olarak inşa edildiğini savunmaktadır. Onlara göre, kurum ve kuralların yapılaşmasıyla oluşan örgütlerin çevresini, bu kurum ve kuralların yapıcısı olan eyleyenden ayrı bir ontolojik varlıkmış gibi kavramlaştırmak hatalıdır. Bu tür bir anlayış, değişimi olanaklı kılabilecek eyleyenleri, kurumların değişmezliği içine hapsetmek demektir. Toplumsal inşacı görüşe göre, kurumların belirli çıkar mücadeleleri sonucu insanlar tarafından oluşturulmuş olması, onların donmuş kurumsal mantık ve yapılar olarak ele alınamayacağını göstermektedir. Yapılar her zaman kararsız bir denge içindedir ve çok olgun alanlarda bile istikrarın geçici olduğu ifade edilmektedir. Egemen konumdaki aktörlerin mevcut düzenin sürmesinde çıkarları olduğu sürece, belirli bir oydaşma ile kurulmuş düzen devam edebilmektedir.

Peki oydaşma bozulduğunda ne olacaktır? Bu hayli kurumlaşmış yapı içinde yerleşik durumda olan aktör, nasıl olup da böylesine içinde yerleşik olduğu yapı ile arasına mesafe koyup, değişim eyleyeni olarak ortaya çıkabilecektir? Kurumsal kuramcılar içten değişimi açıklamada ‘kurumsal girişimci’ kavramına başvurmaktadırlar. Kurumsal girişimcilerin değişim eyleyeni olarak  sahneye çıkabilmeleri, çeşitli koşulların olanaklı kılmasıyla mümkündür. Bu koşullar aktörün konumundan, toplumdan ya da dünya sisteminden kaynaklanabilmektedir. Üçüncü bölümde sırasıyla, yerleşik eyleyen ikileminin nasıl aşılabileceği konusunda yol gösteren kuramlar, kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmayı olanaklı kılan koşullar ve değişim süreci ele alınmıştır.

Çalışmanın dördüncü bölümü paradigma ve yöntem tartışmalarına ayrılmıştır. Bu çalışmada Radikal Hümanist Paradigmanın kuram oluşturma yaklaşımı ve bu paradigma içinden Eleştirel Kuram soruşturma yaklaşımı olarak tercih edilmiştir. Araştırmacı, konuya yaklaşımının, konuyu sorgulayış tarzının ve insan ve toplum varsayımlarının ve incelemek üzere seçtiği konunun en iyi Radikal Hümanist Paradigmanın varsayımları ile örtüştüğünü düşünmektedir. Eleştirel Kuramcılar, gerçekliğin bir toplumsal kurgu olduğunu savunmaktadırlar. Onlar, hem bu gerçekliğin nasıl inşa edildiği ve sürdürüldüğünü anlamaya çalışırlarken, hem de onu oluşturan süreçleri eleştiriye tabi tutmaktadırlar. Sosyal gerçekliğin başka türlü değil de niçin öyle inşa edildiği, öyle olmasının kimin çıkarlarına hizmet ettiği konularıyla ilgilenmektedirler. Bu kuramda, sosyal dünyanın göreceli doğasının, ancak araştırılan etkinliğe doğrudan katılan araştırmacının bakış açısıyla anlaşılabileceğini vurgulayan anti-pozitivist epistemoloji benimsenmektedir. Bu kuram, sosyal bilimcinin tarafsız olamayacağını savunmaktadır. Bu durumda, araştırmacının taraf olduğunu ve tarafını baştan belirtmesinde fayda olduğu ileri sürülmektedir. Radikal hümanistler, sosyal dünyayı öznel deneyimle kavranan bir şey olarak ele alan ve sosyal gerçekliğin yaratılmasında bu deneyime önem veren ideografik metodolojiyi benimsemektedirler. Bu paradigmanın, topluma bakışta referans çerçevesi ise, mevcut sosyal düzenlemelerin sınırlarını aşmanın ya da yıkmanın önemini vurgulamaktadır. Bu paradigmanın temelindeki fikirlerin en önemlisi, insan bilincinin etkileşimde bulunduğu ideolojik yapı tarafından belirlenmesinin, insanın kendini gerçekleştirmesine engel olduğu (yabancılaşma) önermesidir.

Yöntem olarak, eleştirel kuramın temel varsayımlarıyla uyumlu ve onun metodolojisi olan Fairclough’ın Eleştirel Söylem Analizi (ESA) esas alınmıştır. ESA, söylemsel pratiklerle, olaylar, metinler ve daha geniş sosyal ve kültürel yapılar, ilişkiler ve süreçler arasında şeffaf olmayan ilişkileri açığa çıkarmayı; bu tür pratiklerin ve metinlerin güç ilişkileri ile ideolojik olarak biçimlendiğini ve söylemle toplum arasındaki şeffaf olmayan ilişkilerin gücü ve hegemonyayı korumaya hizmet ettiğini göstermeyi amaçlayan bir yöntemdir. ESA, üç aşamalı bir analizdir. Bu aşamalar; metin, etkileşim ve bağlam analizi olarak adlandırılmaktadır. Birinci aşama söylemin kendisinin analizi, ikinci aşama söylemin diğer söylemlerle etkileşiminin analizi, üçüncü aşama ise söylemin nasıl bir bağlam içinden çıktığı, kendini hangi bağlama yerleştirdiği, hangi daha geniş bağlamlarla ilgili olduğunun analizidir.

ESA’nin, söylemle bağlamı birlikte analiz etmesi, diğer söylem analizlerine göre onun güçlü yanıdır, fakat uygulamada yarattığı zorluk açısından, aynı zamanda yöntemin zayıf yanını oluşturmaktadır. Söylemle bağlamın aynı metot içinde araştırılması, farklı veri setleri üzerinde çalışmayı gerektirdiğinden, araştırmacının örnekleme girecek metinleri seçmesinde zorlanmasına neden olmuştur ve bağlamı analizinde araştırmacıyı ESA’nin ayrıntılı dilsel süreçlerini gözardı etmek zorunda bırakmıştır. Çalışmada, araştırmanın yöntemi ile ilgili yaşanan en büyük sorun, yöntemin ayrıntılı sözcük seçimi ve dilbilgisel süreçlerinin çok sayıda metine uygulanmasının yarattığı güçlük olmuştur. Ayrıca, ESA’nin ‘söylemin makro yapıları’ ile ilgili analizinin, tek metin üzerinden çalışılacağı ve medya gibi sunum tekniklerinin önem kazandığı araçlarca sunulacağı varsayılarak tasarlanmış olduğu düşünülmektedir. Özel sunum teknikleri kullanmayan metinler üzerinden analiz yapıldığında, makro analizlerin verileri çok fazla şey söylememekte, birden fazla metinin makro yapıları birbiriyle uyumlu sonuçlar vermeyebilmektedir.

Çalışmanın beşinci bölümü TÜSİAD’ın devleti dönüştürme girişimlerinin ESA yöntemi ve Seo ve Creed’in (2002) kurumsal kurama uyarladığı Benson’un (1977) diyalektik yaklaşımının model olarak kullanılmasıyla incelenmesine ayrılmıştır. Türkiye’de devlet, ekonomide sadece eşgüdümleyici bir aktör olarak değil, üretici, tüketici ve temel kaynak sağlayıcı olarak yer almaktadır. Bu anlamda Türkiye, gerek risk paylaşımında gerekse ekonomik faaliyetlere katılma düzeyi anlamında, aktöre en az stratejik seçim şansı ve eylem alanı bırakan devlete bağımlı iş sistemleri kategorisinde değerlendirilmektedir. Türkiye’de devletin, büyük sermaye gruplarının ortaya çıkması ve güçlenmesinde en önemli kaldıraç rolü oynadığı bilinmektedir. Bu özellikler nedeniyle sermaye birikimini uzun yıllar devletin yarattığı olanaklarla sürdüren özel sektör, ekonomik faaliyetler üzerinde bağımsız bir kontrole sahip olamamıştır. Türkiye’nin sanayileşmeye giriş zamanı, otoriter toplum yapısı, Osmanlı devlet geleneği ve Dünya sistemine zayıf bir konumda bağlanması gibi birtakım tarihi nedenlerin Türk burjuvazisinin biçimlenmesinde belirleyici olduğu ifade edilmektedir. Osmanlı’dan miras alınan devlet geleneğinin, Türkiye’de kurum ve kurallarıyla kapitalizmin gelişmesini ve devlet dışında bir sosyal ve siyasal aktörün ortaya çıkmasını önlediği ileri sürülmektedir. Türk büyük burjuvazisinin bu devlet içindeki hayli yerleşik konumu, onun devleti yeniden inşa etmek üzere bir girişimi neden ve nasıl olup başlatabildiğini sorunlu hale getirmektedir.

Araştırma şu sorular çerçevesinde yürütülmüştür: TÜSİAD içinde yerleşik olduğu ve varlık nedeni olan devleti neden ve nasıl değiştirme girişiminde bulunmuştur? TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasında iç ve dış koşulların nasıl bir etkisi olmuştur? TÜSİAD’ın kurumsal ve sosyal statüsü, değişimi olanaklı kılmada kendisine nasıl yardımcı olmuştur? TÜSİAD bu süreçte hangi yerel ve uluslararası aktörlerle söylem birliği yapmıştır? TÜSİAD bu dönüşümü kendi içinde nasıl meşrulaştırmıştır? Araştırma sorularının gösterdiği gibi, incelenmek üzere seçilen kurum TÜSİAD’dır. Araştırma iki aşamalı planlanmıştır. Birinci aşamada TÜSİAD’ın söylemleriyle nasıl olup da devleti dönüştürme girişiminde bulunabildiği, TÜSİAD’ın kendi söylemleri üzerinden soruşturulmuştur. Birinci aşamanın veri kaynaklarını, 1974 tarihinden 1980 tarihine kadar olan TÜSİAD’ın periyodik olarak yayınladığı raporları, TÜSİAD Yönetim Kurulu ve Yüksek İstişare Kurulu başkanlarının konuşmaları, TÜSİAD basın bildirileri, TÜSİAD raporlarının basına sunumunda ve başka toplantılarda başkan ve yönetim kurulu üyeleri tarafından yapılan konuşmaların metinleri oluşturmuştur. Doğrulayıcı ve/veya yanlışlayıcı ek kaynaklar için diğer sermaye gruplarının ve gazetecilerin demeç ve değerlendirmelerine başvurulmuştur. TÜSİAD’ın bağlamla ilişkileri ve bağlamın koşullarını ortaya çıkarmak için IMF standby anlaşmaları, Niyet Mektupları Dünya Bankası-Türkiye borç anlaşmaları, OECD düzenleyici reform raporları incelenmiştir .

Araştırmanın ikinci aşamasında farklı veri kaynakları kullanılarak çalışmanın geçerliliği arttırılmak istenmiştir. Analizin bu aşamasında TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak yeni devlet kurgusunun somut kurum ve kurallar biçiminde ne ölçüde hayata geçirildiği sorgulanmıştır. 24 Ocak 1980’den itibaren günümüze kadar olan süreç ilgili dönemleri inceleyen literatür ve basın derlemeleri eleştirel okumaya tabi tutularak pratikte ilgili kurum ve kurallarla ilgili atılan adımlar, kaldırılan kurallar, kapatılan ya da yeni amaca uygun olarak dönüştürülen kurumlar ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Yapısal dönüşümlerin süreç bilgisi de verilerek TÜSİAD’ın ve diğer aktörlerin bu sürece nasıl dahil oldukları ve rolleri gösterilmeye çalışılmıştır.

Diyalektik model, araştırmada ele alınan TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliğini açıklamada ve uygulamada araştırmacıya çok önemli kuramsal araçlar sağlamıştır. Seo ve Creed’in diyalektik yaklaşımı uyarlayarak oluşturduğu kuramsal çerçeve, güçlü ve mevcut kurumsal düzenlemeler içinde avantajlı konumda olan ya da dışarıdan aktörlerin başlattığı kurumsal değişimleri dışlayan bir modeldir. Gerek TÜSİAD’ın güçlü bir aktör olması gerekse değişimin diğer önemli ortağı olan uluslararası aktörlerin güçlü aktörler olması, örnek olayımızı modelin çerçevesinin dışına çıkarmaktadır. Örnek olayımızda modelin güçlü bir aktörün başlattığı değişimde test edilmesi, bir anlamda modelin çerçevesinin sınırlarını genişletme girişimidir. Esasında, diyalektik yaklaşım, “kurbanlaşma” kavramıyla böyle bir genişletmenin nasıl olacağının ipuçlarını da vermektedir. TÜSİAD güçlü bir aktör olmasına karşın, uzun süreli kurumlar arası çelişkilere maruz bırakılarak ve dönemin siyasal iktidarının ekonomi politikaları nedeniyle dezavantajlı konuma düşürülmüştür. Bu durum diğer aktörlere karşı hegemonyasının aşınmasına neden olmuştur. TÜSİAD’ın bu dönüşümde en önemli ortaklarından olan uluslararası çevreler ise, modele göre dışarıdan güçlü aktörler olarak tanımlanmaktadır ve bu durumda modelin çerçevesi dışında kalmaktadırlar. Burada iddiamız I. ve II. Petrol krizlerinin, uluslararası aktörleri tam da yapısal bir krizin ortasında yakalayıp mağdur etmiş olduğudur. Bu durumda iç ve dış koşullar nedeniyle değişimin iki önemli aktörü olan TÜSİAD ve uluslararası aktörlerin statüko içindeki avantajlı konumlarının uzunca bir süredir gerilediğini yani güçlü aktörlerimizin kurbanlaştıklarını iddia edebiliriz. Bu durumda çıkarları zedelendiği için, zayıf bir aktör gibi sistemin bu şekilde varlığını sürdürmesinde bir avantajları kalmamıştır ve bu durum konumlarını değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamıştır.

Mevcut kurumsal mantığa meydan okumayan yüzeysel ve dereceli evrimci değişimler de bu modelin ana ilgi alanına girmemektedir. Model, kurumsal yerleşikliğin ortasında değişim için politik eylemin nasıl ortaya çıktığına odaklanmıştır. Örnek olayımız, radikal bir değişim olmakla ve yerleşik aktörün praksis’ini incelemekle bu iki çerçeveye uymaktadır ve TÜSİAD’ın praksis’ini açıklamakta bu çerçevenin pratikte hayli kullanışlı olduğu görülmüştür. Araştırma modeli, heterojen kurumsal çevreden kurumsal mantık ve kaynakları harekete geçirmede ve böylece değişim çabalarını meşrulaştırma ve desteklemede aktörün yetenek ve becerilerinin rolüne önem vermektedir. Örnek olayımızda, uluslararası çevreden değişimin kurumsal çerçevesi için aldığı yeni kurumsal mantığı, yerleşik kalıplar içine yerleştirmede ve bu amaçla  yetenek ve becerilerini işe koşmada TÜSİAD’ın hayli başarılı olduğu görülmektedir. Yeni kurumsal yapı ve kuralları yerleştirmede ve yerel aktörleri başarılı bir şekilde harekete geçirebilmede TÜSİAD’ın ağ içindeki konumunun kendisine hayli yardımcı olduğu görülmüştür. Modelde örgütsel yapıların, çeşitli ekonomik baskılar, kültürel kaymalar ve politik mücadeleler dahil olmak üzere içsel ve dışsal güçlerin bir ürünü olduğu ileri sürülmektedir. Bu durum, araştırma konusunda ve analizde çok belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Seçilen araştırma modeli, örnek olayımıza başarılı bir şekilde uygulanabilen kuramsal bir çerçeve sağlamıştır. Model, kurumsal değişim süreci hakkında fazla bir şey söylemediği için sürecin işleyişi ve sosyal beceriler konusunda çalışmada diğer kuramcıların açılımlarından yararlanılmıştır.

TÜSİAD’ın Türkiye’de inşasına öncülük ettiği yeni liberal düzen, uluslararası platformda 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, çeşitli söylemlerin yarışması ve Merkez ülkelerinin giriştikleri güç mücadelelerinin sonucu kararlaştırılmıştır. Yeni düzeni nesnelleştirmeye doğru giden, çeşitli söylemlerin yarıştığı ve önemli güç mücadelelerinin yapıldığı sürecin ne TÜSİAD ne de Türkiye bir parçasıdır. Bu durum uluslararası bağlamın, araştırmaya değişmez ve nesnel bir gerçeklikmiş gibi yansımasına neden olmuştur. Bunun nedeni, yeni düzen oluşturulurken uluslararası platformda yapılan güç mücadelelerinin değil, bunların sonucu ortaya çıkan kurumsal düzenin Türkiye’nin sosyal dokusu içine yerleştirilmesi için yapılan güç mücadelelerinin, bu araştırmanın bir parçası olmasıdır. Bunun bir başka sonucu, bu söylemin taşıyıcısı olan uluslar arası kurumların ve TÜSİAD’ın araştırmada, tümüyle özerk ve kendi iradeleriyle davranan aktörler gibi görünmesine neden olmuştur. Aslında çok aktörlü olan bu sürecin hiçbir aktörü tümüyle özerk olmamakla birlikte, her biri bu dönüşümün kendi çıkarlarını içerecek biçimde kurumlaşması için çaba göstermektedirler.
TÜSİAD, yeni bir anlamlandırma sistemine erişmek için ulusal aktörlerle de bir söylem yarışına/oydaşma çabası içine girmemiştir, bunun yerine devletin zorlayıcı aygıtlarından yararlanarak diğer söylemleri susturmuştur. Bu durumda Türkiye’de yeni bir kurumsal sistem yerleştirilirken yapılan, alternatif mantıklar arası bir yarıştan çok, tek bir kurumsal mantığın/ve onun söyleminin çeşitli çıkar çevreleri tarafından/arasında sürekli bir yeniden kavramlaştırma ile halka kanıksatılmasıdır. Bunun böyle olmasının nedeni, bu toplumun aktörleri ve çeşitli dinamikleri arasında güç mücadeleleri sonucu onayı alınması gereken yeni toplumsal/kurumsal düzenin, çeşitli sosyal sınıflar ve aktörler arasında etkileşim imkanı kesilerek dış dinamiklerce oluşturulmuş bir sistemin ithal edilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle, toplum yepyeni kurum ve kurallar eşliğinde yeniden inşa edilirken, bu karşılıklı muhalif söylemlerin yarışması suretiyle değil, egemen olan sınıfın söylemsel (hegemonik) süreçlerden çok devletin baskı aygıtlarını harekete geçirmesi ile olmuştur. Dolayısıyla ESA’nin odaklandığı söylemler arası yarışın nasıl bir sosyal inşa ile sonuçlanacağı soruşturması da burada saparak, hazır inşa edilmiş bir kurumsal mantığın, bazı karşı duruşlara rağmen, ulusal kurumlar ağı içine nasıl yerleştirilmiş olduğuna kaymıştır. Türkiye’nin 24 Ocak kararlarını izleyen önemli dönüşümleri, kendi kurumları arasında bir anlamlandırma sistemleri mücadelesinden çok bir meşrulaştırma mücadelesi görünümü arzetmiştir. Dolayısıyla araştırmanın ekseni ister istemez TÜSİAD’ın bu ithal söylemi kendi içinde ve diğer aktörlere karşı nasıl meşrulaştırdığı, mevcut kurumsal desen içine nasıl yerleştirdiğini göstermeye kaymıştır.

TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasında, kendi konumu, ülke ve uluslararası çevreden  kaynaklanan pek çok iç ve dış koşulların etkisi olduğu belirlenmiştir. TÜSİAD’ın devleti değiştirme girişiminde bulunma nedenlerinin başlıcaları olarak; çıkarlarının zedelenmiş olması, diğer sermaye grupları karşısında egemen konumunun aşınması, dış ticarette yaşamaya başladığı sınır uyumsuzluğu ve küresel sermaye ile bir an önce bütünleşme arzusu öne çıkmaktadır. TÜSİAD’ın bu değişimde kurumsal girişimci olarak göze çarpması, onun her şeyi bilen rasyonel aktör olduğu anlamında yorumlanmamalıdır. Sürecin belirleyicisi olan çoklu güç ilişkileri içindeki yerel rolü ve diğer aktörlere göre yerelde görünürlüğü daha ağır basan önemli bir aktör olması, onun sürecin diğer aktörlerine göre öne çıkmasına ve çeşitli aktörler arasında ilişkiyi kuran aktör olmasına neden olmuştur. Diğer sermaye gruplarına kıyasla TÜSİAD’ın kurumsal ve sosyal statüsü, çeşitli kaynaklara erişmede ve değişimi olanaklı kılmada kendisine hayli yardımcı olmuştur. TÜSİAD’ın girişimciliğinde uluslararası aktörler ve yerel siyasi ve askeri seçkinlerle işbirliği yaptığı, meşruiyeti sağlamada medyanın ve liberal aydınların önemli desteğini aldığı görülmüştür.

Araştırmada, TÜSİAD’ın devletin iktisat politikası araçlarına odaklanan kurumsal girişimciliğinin, yeni bir toplumsal kimlik kurgusu da dahil olmak üzere esasında giderek genişlediği ve çok kapsamlı olduğu görülmüştür. TÜSİAD’ın bu dönüşüm sürecinde söylemlerinin, yeni kurumlaşmayı öncesinde biçimlendirmede ve toplumda yatkınlık yaratmada, sonrasında ise yaygınlaştırıp meşrulaştırmada önemli bir işlev üstlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu süreçte, çeşitli kurumların üstlendiği değişim eyleminin alanını temiz tutmak, muhalefeti etkisiz kılmak, böylece yeni kurumsal mantığın yerleştirilmesini sağlamada askeri yönetimin önemli görevler üstlendiği görülmektedir.

TÜSİAD’ın söylemleri ile uluslararası aktörlerin söylemlerinin aynı kuramsal/yeni liberal temeller üzerine oturduğu bulgulanmıştır. Bu TÜSİAD’ın devleti dönüştürme girişiminin, uluslararası mali çevrelerin eş zamanlı olarak dünya ülkelerini dönüştürme girişimleriyle aynı kuramsal temeli paylaştığını göstermiştir. Bu çalışma bu anlamda, yeni liberal politikalar çerçevesinde uluslar arası kuruluşlar eliyle girişilen dünya çapında bir yeniden inşanın Türkiye örneği olarak düşünülebilir. Uluslar arası kurumlar bu değişim sürecinde kredi koşulları ile daha çok zorlayıcı süreçleri işletirken, TÜSİAD’ın daha çok ideolojik süreçleri işlettiği görülmektedir. Askerler ise devletin zorlayıcı aygıtlarıyla, muhalif söylemleri baskılayarak farklı kurumsal mantıkların süreci engellemesini önleme işlevini üstlenmiştir. TÜSİAD’ın yeni liberal politikaları yerleştirirken bir yandan da eski kurumsal düzenin teşvik ve desteklerini savunduğu, eski yapıların çıkarlarına hizmet eden unsurlarından bir türlü vazgeçmek istemediği, bu konuda kendi içinde sık sık çelişki yaşadığı bulgulanmıştır. TÜSİAD’ın söylemsel stratejisinde sorunsallaştırılan alanların, yerleştirmeye çalıştığı kurumsal mantığa hayli uygun olarak, yeni kurumlar ve kurallar olarak somutlaştığı görülmüştür. Yeni yönetim yapısının kurumları, devletin piyasa aktörleriyle eşit koşullarda iktidarı paylaştığı ‘üst kurullar’ olarak belirmiştir. Yönetimin merkezileştirilmiş ve kişiselleştirilmiş, kurumların parlamenter denetimin dışına çıkarılmış olduğu ve devletin iktisat politikası araçlarının kontrolünün piyasaya geçtiği bulgulanmıştır.

 

SONUÇ

Bu araştırmada, TÜSİAD’ın içinde hayli yerleşik olduğu ve varlığının ve gelişiminin temeli olan devleti neden ve nasıl değiştirme girişiminde bulunduğunun incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın kapsamı, TÜSİAD’ın devletin iktisat politikası araçlarını değiştirme çabalarının incelenmesi ile sınırlanmıştır.

Araştırmada üç farklı kavramsal çerçeveden yararlanılmıştır. Ülke koşullarından kaynaklanan dinamikler, ‘ulusal iş sistemleri’, ‘sosyal sistem’ ve ‘otorite yaklaşımı’ olmak üzere makro kurumsal kuramın üç yaklaşımı çerçevesinde incelenmiştir. Makro kurumsal kuram çerçevesinde, ulusal kurumların, değişim eyleyenine ne tür kısıtlar oluşturduğu ve/veya ne tür imkanlar sunduğu incelenmiştir. TÜSİAD’ın üyelerinin küresel düzeyde faaliyetlerinin olması uluslararası kurumsal yapılaşmanın da kavramsal çerçeveye dahil edilmesini gerektirmiştir. Bu bağlamda, dünya sisteminin örgütlenmesi, uluslar arası işbölümü, sermaye birikiminin gereklilikleri konuları gelişim iktisadı, modernleşme ve küreselleşme kuramları çerçevesinde incelenmiştir. Çalışmada, bir ekonomik çıkar örgütünün, bu yoğun yapılaşma ve ideolojik kuşatma içinden nasıl sıyrılıp da ortaya değişim eyleyeni olarak çıkabildiği ile ilgili kavramsal çerçeve için ise kurumsal kuramın ‘yerleşik eyleyen’ ve ‘kurumsal girişimci’ kavramlarına başvurulmuştur. Seo ve Creed’in (2002) Benson’dan (1977) kurumsal kurama uyarladığı diyalektik yaklaşım bu araştırmanın modeli olarak seçilmiştir.

Radikal Hümanist Paradigma ve bu paradigma içinden Eleştirel Kuramın temel kabulleri bu araştırmanın ön kabulleri olarak benimsenmiştir. Veriler “eleştirel söylem analizi” yöntemiyle analiz edilmiştir. Eleştirel paradigmayı benimseyen ve benzer ön kabulleri benimseyen söylem çözümlemeleri arasından, Fairclough’ın (1989) eleştirel söylem analizi araştırma yöntemi olarak seçilmiştir. Bu yöntemin seçilmesinin nedeni, bu yöntemin metin, sosyal etkileşim ve bağlam olmak üzere, bu üç düzeyin bir arada ve birbirleriyle etkileşimleri açısından incelenmesine olanak vermesidir. Bu üç aşamalı analizin birinci aşaması, söylemin kendisinin analizi, ikinci aşama söylemin diğer söylemlerle etkileşiminin analizi, üçüncü aşama ise söylemin nasıl daha geniş bir bağlamın içinde yerleşik olduğuyla ilgilidir. Yöntemin üç aşamalı olması, makro, mezo ve mikro düzeyleri bir arada ve birbirleriyle etkileşimleri açısından incelemesi, yapılan araştırmanın Dünya sistemi, Türk iş sistemi ve bu iki sistem içinde yerleşik konumdaki örgüt olarak TÜSİAD’ın konumunun bir arada ve birbirleri ile etkileşimi açısından incelenmesine olanak sağlamıştır.

Araştırma için seçilen kurum TÜSİAD’dır. Gerek incelenecek kurum gerekse belgelerin seçiminde amaçlı davranılmıştır. Analiz iki aşamalı olarak yürütülmüştür. Analizin ilk aşamasında, TÜSİAD’ın söylemleri aracılığıyla devleti yeniden inşa girişimleri, TÜSİAD metinleri üzerinden incelenmiştir. 1980 yılından altı yıl geriye doğru gidilerek 1974 yılından itibaren ilgili belgeler incelemeye esas alınmıştır. TÜSİAD’ın diğer aktörlerle, bağlamla ilişkileri ve bağlamın koşullarını ortaya çıkarmak için ise, dönemle ilgili IMF Standby ve Niyet Mektupları, Dünya Bankası-Türkiye (SAL) borç anlaşmaları, OECD düzenleyici reform raporları incelenmiştir. Analizin ikinci aşamasında, TÜSİAD’ın değişimi formülleştirdiği söylemindeki önerilerin pratikte bir yapısal dönüşümle sonuçlanıp–sonuçlanmadığı incelenmiştir. Bu amaçla, dönemin Türkiye bağlamını ve ilgili süreci çeşitli yönleriyle inceleyen yakın dönem literatürü, basın mensuplarının derlemeleri ve dönemin gündemini tutan yazılardan yararlanılmıştır. 1980 yılından günümüze kadar olan süreç, ilgili kaynaklar eleştirel okumaya tabi tutularak incelenmiştir.

Diyalektik çerçeve, araştırmada ele alınan TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliğini açıklayabilmede, uygulamada araştırmacıya çok önemli kuramsal araçlar sağlamıştır. Diyalektik çerçeve, mevcut kurumsal düzenlemeler içinde avantajlı konumda olan ya da dışarıdan güçlü aktörlerin başlattığı kurumsal değişimleri dışlayan bir modeldir. Gerek TÜSİAD’ın güçlü bir aktör olması gerekse değişimin diğer önemli ortağı olan uluslararası aktörlerin güçlü aktörler olması, örnek olayımızı diyalektik modelin çerçevesinin dışına çıkarmaktadır. Örnek olayımızda modelin, güçlü bir aktörün başlattığı değişimde test edilmesi, bir anlamda modelin çerçevesinin sınırlarını genişletme girişimidir. Esasında, Seo ve Creed böyle bir genişletmenin nasıl olacağının ipuçlarını da vermektedir. TÜSİAD güçlü bir aktör olmasına karşın, uzun süreli kurumlar arası çelişkilere maruz kalmış olmasının verimlilik açığını büyütmesi ve dönemin siyasal iktidarının ekonomi politikaları nedeniyle dezavantajlı konuma düşürülmüştür. Bu durum diğer aktörlere karşı hegemonyasının aşınmasına neden olmuştur. TÜSİAD’ın bu dönüşümde en önemli ortaklarından olan uluslararası çevreler de, diyalektik yaklaşıma göre dışarıdan güçlü aktörler tanımına uymaktadır ve bu durumda araştırma modelinin kapsamı dışında kalmaktadırlar. Burada iddiamız I. ve II. Petrol krizlerinin, uluslararası aktörleri tam da yapısal bir krizin ortasında yakalayıp mağdur etmiş olduğudur. Bu durumda iç ve dış koşullar nedeniyle değişimin iki önemli aktörü olan TÜSİAD ve uluslararası aktörlerin statüko içindeki avantajlı konumlarının uzunca bir süredir gerilediğini yani Seo ve Creed’in deyimiyle güçlü aktörlerimizin kurbanlaştıklarını iddia edebiliriz. Bu durumda çıkarları zedelendiği için, zayıf bir aktör gibi sistemin bu şekilde varlığını sürdürmesinde bir avantajları kalmamıştır ve bu durum konumlarını değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamıştır.

Diyalektik model, kurumsal yerleşikliğin ortasında değişim için politik eylemin nasıl ortaya çıktığına odaklanan bir modeldir. Mevcut kurumsal mantığa meydan okumayan yüzeysel, dereceli ve evrimci değişimler bu modelin ana ilgi alanına girmemektedir. Örnek olayımız, radikal bir değişim olmakla ve yerleşik aktörün praksis’ini incelemekle bu iki çerçeveye uymaktadır ve TÜSİAD’ın praksis’ini açıklamakta bu çerçevenin pratikte hayli kullanışlı olduğu görülmüştür. Modelimiz, heterojen kurumsal çevreden kurumsal mantık ve kaynakları harekete geçirmede ve değişim çabalarını meşrulaştırma ve desteklemede aktörün yetenek ve becerilerinin esas rolünün altını çizmektedir.

Örneğimizde uluslararası çevreden değişimin kurumsal çerçevesi için aldığı yeni kurumsal mantığı, yerleşik kalıplar içine yerleştirmek amacıyla TÜSİAD’ın yetenek ve becerilerini işe koşmada ve konumunu yeni kurumsal yapı ve kuralları yerleştirmek için kullanmada hayli becerikli olduğu görülmüştür. Bu zor mücadelede TÜSİAD, önemli yerel aktörleri başarılı bir şekilde harekete geçirebilmiştir. Modelde ayrıca ileri sürülen, örgütsel yapıların; çeşitli ekonomik baskılar, kültürel kaymalar ve politik mücadeleler dahil olmak üzere içsel ve dışsal güçlerin bir ürünü olduğu savı, araştırma konusunda ve analizde çok belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Seo ve Creed’in kurumsal kurama uyarladığı diyalektik yaklaşımı, örnek olayımıza başarıyla uygulanabilen kuramsal bir çerçeve sağlamıştır. Model, kurumsal değişim süreci hakkında fazla bir şey söylemediği için, çalışmada sürecin işleyişi ve sosyal beceriler konusunda diğer kuramcıların açılımlarından da yararlanılmıştır.

Araştırmanın yöntemi olarak seçilen ESA’nin araştırmacıya sağladığı kolaylıkların yanısıra uygulamada sıkıntı yaratan yanları da olmuştur.  ESA ile ilgili yaşanan en büyük güçlük, yöntemin ayrıntılı sözcük seçimi ve dilbilgisel süreçlerinin, tek taraflı ve adresi anonim metinlerde uygulanmasının zorluk yaratması olmuştur. Söylem analizlerinin, konuşma gibi karşılıklı ve adresi belirgin olan söylemlerde daha iyi sonuçlar verdiği görülmüştür. Araştırmanın yöntemi ESA’nin, diğer söylem analizlerine göre güçlü yanı olan söylemle bağlamı birlikte analiz etmesi, uygulamadaki zorluğu açısından aynı zamanda yöntemin zayıf yanı olarak da değerlendirilebilir. İkisinin aynı metot içinde araştırılması, farklı veri setleri üzerinde çalışmayı gerektirdiğinden, araştırmacının örnekleme girecek metinleri seçmesinde zorlanmasına neden olmuştur ve bağlamı analizinde araştırmacıyı, ESA’nin ayrıntılı dilsel süreçlerini gözardı etmek zorunda bırakmıştır.

ESA’nin ‘söylemin makro yapıları’ ile ilgili analizinin, tek metin üzerinden çalışılacağı ve medya gibi sunum tekniklerinin önem kazandığı araçlarca sunulacağı varsayılarak tasarlanmış olduğu düşünülmektedir. Özel sunum teknikleri kullanmayan bir söylemde, makro analizlerin verileri çok fazla şey söylememekte, çok sayıda metin üzerinden analiz yapıldığında, söylemin makro yapıları birbirleriyle fazla uyumlu olamayabilmektedir. Bu nedenle makro analizde, sadece TÜSİAD’ın tüm üyelerinin üzerinde uzlaştığı metinler incelemeye esas alınmıştır. Esasen bu kadar ayrıntılı dilbilgisel ve sözcük seçimine dayalı analizlerde tek metin üzerinden çok daha dar alanda çalışmanın daha uygun olacağı düşünülmektedir.

ESA, belli bir bağlam içinden çeşitli söylemlerin yarışarak bunlardan birinin anlamlandırma sistemini kurumsallaştırmasının/yeni gerçekliği kurmasının ne şekilde olduğuyla ilgili bir analizdir. Analizin bir boyutunu sosyal inşa, diğer boyutunu ise yeni inşanın kurumsallaştırılması/meşrulaştırılması oluşturmaktadır. Örnek olayımızda, başka bir bağlamda sabitlenmiş bir söylemin, üretildiği ortamla hiç ilgili olmayan farklı kültürel ve tarihi unsurların oluşturduğu bir bağlama yerleştirilmesi olgusu, araştırmanın eksenini daha çok meşrulaştırma süreçlerine kaydırmıştır.

TÜSİAD’ın Türkiye’de inşasına öncülük ettiği yeni liberal düzen, uluslararası platformda 1970’lerin ikinci yarısından itibaren çeşitli söylemlerin yarışması ve Merkez ülkelerinin giriştikleri güç mücadelelerinin sonucu kararlaştırılmıştır. Çeşitli söylemlerin yarıştığı ve önemli güç mücadelelerinin yapıldığı yeni düzeni nesnelleştirmeye doğru giden sürecin, ne TÜSİAD ne de Türkiye bir parçası olmuştur. Bu durum uluslararası bağlamın, araştırmada, değişmez ve nesnel bir gerçeklikmiş gibi yansımasına neden olmuştur. Bunun nedeni, böyle bir mücadele uluslar arası platformun güçlü aktörleri arasında geçtiği için, bu mücadeleler sonucu kararlaştırılan yeni düzende Türkiye karar sahiplerinden biri olmadığı için, bu araştırmanın, uluslararası platformda yeni düzenin kurulması sırasındaki güç mücadelelerini değil, bunların sonucu ortaya çıkan kurumsal düzenin Türkiye’nin sosyal dokusu içine yerleştirilmesi mücadelelerini incelemesidir.

Bunun bir başka sonucu ise, bu söylemin taşıyıcısı olan uluslar arası kurumların ve TÜSİAD’ın araştırmada, tümüyle özerk ve kendi iradeleriyle davranan aktörler gibi yansıması olmuştur. TÜSİAD, yeni bir anlamlandırma sistemine erişmek için ulusal aktörlerle de bir söylem yarışına/oydaşma çabası içine girmemiştir, bunun yerine bu süreçte devletin zorlayıcı aygıtları devreye girerek, böyle mücadeleye girmesi muhtemel diğer söylemleri susturmuştur. Bu durumda Türkiye’de yeni bir kurumsal sistem yerleştirilirken yapılan, alternatif mantıklar/söylemler arası bir yarıştan çok, tek bir kurumsal mantığın/ve onun söyleminin, çeşitli çıkar çevreleri tarafından/arasında sürekli bir reformülasyonudur. Bunun böyle olmasının nedeni, bu toplumun dinamikleri olan çeşitli yerel aktörleri arasında güç mücadeleleri sonucu onayı alınması gereken yeni toplumsal/kurumsal düzenin, çeşitli sosyal sınıflar ve aktörler arasında etkileşim imkanının darbe yönetimiyle kesilerek, kendilerine dış dinamiklerce oluşturulmuş bir sistemin kabul ettirilmek istenmesidir. 

Toplum, yepyeni kurum ve kurallar eşliğinde yeniden inşa edilirken, bu, karşılıklı muhalif söylemlerin yarışması suretiyle değil, egemen olan sınıfın söylemsel (hegemonik) süreçlerden çok devletin baskı aygıtlarını harekete geçirmesi ile olmuştur. Dolayısıyla ESA’nin odaklandığı söylemler arası yarışın nasıl bir sosyal inşa ile sonuçlanacağı soruşturması da burada saparak, toplumun dokusu dışında hazır inşa edilmiş bir kurumsal mantığın ulusal kurumlar ağı içine nasıl yerleştirilmiş olduğuna kaymıştır. Türkiye’nin 24 Ocak kararlarını izleyen önemli dönüşümleri, kendi kurumları arasında bir anlamlandırma sistemleri mücadelesinden çok bir meşrulaştırma mücadelesi görünümü arzetmiştir. Dolayısıyla araştırmanın ekseni ister istemez TÜSİAD’ın bu ithal söylemi kendi içinde ve diğer aktörlere karşı nasıl meşrulaştırdığını ve mevcut kurumsal desen içine nasıl yerleştirdiğini göstermeye kaymıştır.


Araştırmada şu sonuçlar elde edilmiştir:

•    24 Ocak kararlarının gerçek mimarı kimdir? Değişim girişiminde TÜSİAD hangi yerel aktörlerle söylem ve işbirliği yapmıştır?

Bu amaçla, 1974 yılı başından başlayarak 24 Ocak 1980 tarihine kadar olan süreçte TÜSİAD’ın söylemleri, 24 Ocak metninde ele alınan devletin yeniden yapılanması ile ilgili önlemlerin öncül ifadeleri olup olmadığı bağlamında incelenmiştir. Bu söylemler, ‘Özal’ın çıkış yolu önerileri’ ve ‘24 Ocak kararları’ ile birlikte incelenerek aralarında örtüşme ve ardışıklık  olup olmadığı araştırılmıştır.

TÜSİAD’ın metinlerinde, muhtelif tarihlerde 24 Ocak kararlarının tüm ana başlıklarının parça parça, kimi zaman tümüyle aynı ifadelerle daha önceden ifade edildiği görülmüştür. Bu bulgular 24 Ocak kararlarının, Özal’ın eseri orijinal bir metin olmasından çok, büyük burjuvazinin önerilerinden derlenmiş bir paket olduğunu düşündürtmüştür. Bu durumda Özal, kendisine atfedildiği gibi ‘ekonominin mimarı’ olmaktan çok, özel sektörün taleplerinin siyasi platforma taşıyıcısı konumundadır. Ortada aslında iki farklı söylemden çok bir söylemin yeniden formüle edilerek siyasi platforma taşınması söz konusudur. Buradan hareketle, 24 Ocak kararlarıyla başlayan devletin inşasının yerel düzeyde gerçek mimarının da (tabii yerel ve uluslararası düzeyde diğer aktörlerin de varlığının altını çizerek) TÜSİAD olduğu ifade edilebilir.

Toplumsal düzeyde değişimlerde siyasal iktidarın ele geçirilmesi önemli bir aşamadır. TÜSİAD’ın bir üyesinin zorlu pazarlıklarla ve mevcut devlet geleneğini çiğneyecek bir düzenleme ile ekonominin başına oturtulması siyasal iktidarın kontrolüne ilişkin azımsanmayacak bir girişim olarak kabul edilmelidir. Özal’ın o makama gelmesi ve orada kalması için TÜSİAD’ın ve uluslar arası çevrelerin yoğun müdahalesini de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bu, TÜSİAD’ın devleti dönüştürme girişimlerinde, siyasal ve uluslar arası aktörlerle işbirliği yaptığının da bir göstergesidir. 24 Ocak kararlarına konu olan devlette köklü değişim öneren önlemlerin, siyasi aktörlerin söyleminden  yaklaşık altı yıl önceden TÜSİAD’ın metinlerinde yer aldığı görülmüştür. Değişim girişiminde TÜSİAD’ın yerel siyasal aktörlerle işbirliği içinde olduğu, daha doğru bir ifadeyle kendi bünyesi içinden ve kendi kriterlerine uygun bir siyasal aktör çıkardığı görülmektedir.

Devletin yeni liberal politikalar çerçevesinde dönüştürülmesinin, en önemli yerel destekçilerinden bir diğerinin ordu olduğu bilinmektedir. Askeri darbenin hemen ardından, generaller bir demeçle yapısal uyarlama sürecinin devam edeceği konusunda IMF ve DB’na güvence vermiştir. Değişimin kritik süreci boyunca TÜSİAD’ın siyasi platforma çıkardığı adayının askerlerce desteklenmesi, önemli dönüşümlerin gerçekleştiği dönem boyunca muhalif kesimin askeri yönetim tarafından kontrol altında tutulması, burjuvazinin sözcüsü konumunda olan TÜSİAD dışında bütün derneklerin kapatılarak muhalif seslerin yok edilmesi gibi, uygulama alanını temizleyen bir takım faaliyetler, askerlerin bu sürecin önemli destekçilerinden bir diğeri olduğu yönünde değerlendirilmiştir. Daha sonra bilişsel meşruiyeti sağlama aşamasında ise, TÜSİAD’ın liberal aydınların ve medyanın önemli desteğini sağladığı görülmüştür.

•    TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasında Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu koşulların nasıl bir etkisi olmuştur?

1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye yapısal bir krize girmiştir. Dış kredi kuruluşlarının ve kendini iktidara taşıyan iç dinamiklerin çelişen taleplerinin yanı sıra, içerde farklı sermaye sınıflarının kendi aralarında ve emek kesimiyle çelişen talepleri arasında sıkışan hükümetin, dengeleri tutmaya çalışan sosyal adaletçi politikaları, bu kesimlerden hiçbirini tatmin etmemiştir. Bu durum, ülkede sık sık iktidar değişimine neden olmuştur, fakat 1970’den 1980’e kadar olan süreçte, uluslararası mali kuruluşların kredi koşulları olarak önerdiği yeni kurumsal düzenlemeleri yapabilecek güçlü bir hükümet çıkmamıştır. Burjuvazinin, ismi çevresinde ittifak edebileceği bir siyasi parti ya da hareket mevcut olmadığı için, 1977, 1978 ve 1979 yıllarında değişik hükümetlerce devreye sokulan istikrar programları başarılı olamamıştır.

Hükümetin köklü bir sistem değişikliğine yanaşmayarak, bir yandan da parça parça sitem dışına çıkan uygulamaları, içten ve dışarıdan giderek sistemi zorlayan krize bir çözüm olmamış, bu durum zaman geçtikçe sermayenin kayıplarının büyümesine, verimlilik açığının giderek artmasına neden olmuştur. Bu durumda sistemin kendini yeniden üretebilmesi için, kendisinin de kaynağa ihtiyaç duyması ve bu kaynakların ulusal imkanlarla yeniden yaratılmasının dönem konjonktüründe sürdürülemez hale gelmesi, TÜSİAD’nin mevcut kurumsal yapıdan umudu kesmesine, uluslararası çevrelerden destek arayışına çıkmasına neden olmuştur.

Sürekli verili sosyo-tarihi bağlamın çelişkilerinden doğan gerilim yaşaması,  TÜSİAD’ı içinde çıkarlarının artık karşılanmadığı sosyal düzenlemelere karşı bilinçlendirmiştir. Bu aşamada TÜSİAD’ın çıkarları, üyelerinin daha fazla kazanabilmesi önünde artık ayak bağına dönüşen kurumsal mantıktan yana değildir. Eski yapılardan kopma için gerekli olan kolektif bilinçteki bu kayma, praksis için gerekli bir unsur olmakla birlikte yeterli bir unsur değildir. Başarılı bir praksis için diğer aktörleri ve kaynakları harekete geçirebilmek gerekir.

Bu anlamda TÜSİAD, zaten tıkanmış olan içteki kurumsal yapılara destek vermek yerine diğer aktörleri ve kaynaklarını harekete geçirerek bu yapıların değişmesi için siyasal iktidarı zorlamayı seçmiştir. Siyasal iktidarın dönüştürülmesi yönünde ilk çabalar olarak düzenlenen Tarabya Toplantıları, çeşitli nedenlerle eski yapıdan kopamayan TÜSİAD üyesi ve diğer sermaye gruplarından bir kesimin karşı çıkmasıyla amacına ulaşamamış, toplu bir bilinç değişimi ve yerleşik yapılardan toplu bir kalkış gerçekleştirilememiştir. Bu, yerleşik kurumsal düzenlemelerden toplu bir kalkış için tüm üyelerin henüz hazır olmadığını göstermiştir. Yerleşik yapıdan kopamayan grupların çabasıyla, hükümete yerleşik kurumsal düzenlemelerle uyuşmayan (teknik işleyişi kurumsal yapıdan ayıran/ decoupling) bazı kararlar aldırılmış, fakat bunlar uzun vadede sorunu çözmemiştir.

Değişim için aradığı desteği uluslararası çevrelerden sağlayan sermaye sınıfı, 1979 yılında hükümetin tüm çabalarına rağmen işbirliğini reddederek krizin derinleşmesini sağlamıştır. Büyük burjuvazinin bu süreçte, sendikalarla arasındaki çelişkinin keskinleşmesine  seyirci kalarak, kaynaklarını üretim dışı alanlara yönlendirerek devlete yardımcı olmadığı, bu çelişkileri diğer aktörleri harekete geçirebilmek için kendi çıkarları lehine kullandığını söyleyebiliriz.

•    TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasında dış koşulların nasıl bir etkisi olmuştur? Sorunların kurumsal krize dönüşmesinin nedeni nedir? Kurumsal krizin TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliğine nasıl bir etkisi olmuştur?

Bu dönemde Türkiye’yi önemli yapısal dönüşümlere zorlayan koşullar, hem uluslararası hem de yerel bir çok ekonomik, politik ve sosyal nedenin içi içe geçmiş olmasından kaynaklanmıştır. Kıbrıs olayı nedeniyle ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye ambargo uygulaması, Türkiye’nin komşularıyla yaşadığı sorunlar, İran krizi gibi pek çok dış sorunun yanısıra, Ecevit’in Doğu Bloğuyla yakınlaşan ve bağımsız bir dış politika izleyen tavrı, Dünya sisteminin patronunun kredi musluklarını kapatarak Türkiye’yi cezalandırmasına neden olmuştur. Dış olayların bu şekilde gelişmesi, ülkede yaşanan ekonomik sorunların krize dönüşmesinde etkili olmuştur.

Batı’nın kredi verme işini sürüncemede bırakması, ekonomiyi tıkanma noktasına getirmiştir. Bu sosyal sistemin yeniden üretilmesini bloke ederek biriken kurumlar arası çelişkileri kötüleştirmiş, kurumsal düzenlemelerin dış şoklara, dışarıdan gelen devrimci değişimlere kırılganlığını arttırmıştır. Dünya sistemindeki tıkanma, ardı ardına gelen petrol krizleri, içerideki krizi ağırlaştırmış, iç ve dış kurumsal yapılar arasındaki uyumsuzluklar sistemin kendi içinden bir çözüm üreterek kendini yenilemesini imkansızlaştırmıştır. Türkiye’nin Dünya sistemi ile eşzamanlı bir dönüşümü gerçekleştirememesi, uluslararası işbölümü ile Dünya sistemine bağlı olması nedeniyle bütün ulusal kurumları birden sarsan sistemik bir kriz yaşanmasına neden olmuştur. Yeni dünya sisteminin nereye gittiği bilen TÜSİAD’ın krizi, hemen bir şeyler yapılmazsa Batı’dan kopacağımız şeklinde bir aciliyet çağrısı olarak praksisinde kullandığı görülmektedir. Kriz, hayati bir tehlike ile yüzyüze geldiğine inanan diğer aktörleri ve kaynakları, TÜSİAD’ın değişim yönünde harekete geçirmesini kolaylaşmıştır.

•    TÜSİAD’ın kurumsal girişimci olarak ortaya çıkmasına neden olan çelişkiler nelerdir? TÜSİAD bunlardan nasıl yararlanmıştır? TÜSİAD’ın praksisi nasıl mümkün olabilmiştir?

TÜSİAD’ın 1970’li yılların ikinci yarısında bir çok cephede yaşadığı çelişkiler, kısmen özerk TÜSİAD’ın kolektif bilincinde, praksis için gerekli olan pasif sorgulamayan tarzdan aktif eleştiren tarza kaymayı mümkün kılmıştır. TÜSİAD bu çelişkileri kendi çıkarları için aktif olarak kullanarak diğer aktörleri ve gerekli kaynakları sosyal değişimi yapmak amacıyla harekete geçirmiştir.

Bu çelişkilerden birincisi, ithal ikameci modelin tıkanması nedeniyle, içerde kurumsal yapılara uyumla teknik verimliliğin çelişmeye başlamasıdır. Bu çelişkinin Dünya ekonomisindeki daralmadan kaynaklanan dış krizle çakışması, üretimin sürdürülebilirliğini riske atmıştır.

İkinci çelişki Dünya sistemindeki değişim sonucu, değiştirilmiş olan dıştaki kurumsal düzenlemeler ve kurallarla, içerde TÜSİAD’ın faaliyet çevresini düzenleyen kurumlar ve kuralların, uyumsuz hale gelmesidir. Dışarıyla yoğun ilişkileri olan TÜSİAD firmalarının içteki yapılarla faaliyetlerini sürdürmeye çalışmaları, ciddi bir sınır uyumsuzluğu problemi yaşamalarına neden olmuştur. Bu yapılarla, TÜSİAD üyelerinin dış faaliyetlerini sürdürmelerinin  giderek güçleşmesi, yaşamakta oldukları verimlilik açığının da büyümesine neden olmuştur.

Üçüncü çelişki büyük burjuvazi ile siyasal iktidar arasındadır. Dönemin hükümetinin, işadamlarının alışageldiklerinin tersine birebir diyaloga yanaşmaması ve bazı demeç ve uygulamaları işadamları açısından güvensiz bir ortam yaratmıştır ve üretimin duraklamasına neden olmuştur. İç piyasada büyük burjuvazinin alınmasını talep ettiği değişikliklerin, eski yapının kurum ve kurallarına bağlı kalan hükümetçe kabul görmemesi ve Petrol Krizleri karşısında hükümetin izlediği yanlış politikalar, sorunlara sistem içinden çözüm üretme imkanlarının daralmasına neden olmuştur. Daha az uygun kurumsal düzenlemelere uyumun sürdürülmeye çalışılması, çelişkilerin birikerek, birbirine bağımlı kurumların hepsini birden sarsan sistemik bir krize sürüklenmelerine neden olmuştur.

Dördüncü çelişki, sermaye sınıfının kendi iç çelişkilerinin bu dönemde artarak su yüzüne çıkmasıdır. Tabanı küçük burjuvaziye dayanan, hükümetin bazı politikalarının yasa dışı sermayeyi ve ticaret sermayesini beslemesi, büyük sermayeyi çok rahatsız etmiştir.  Bu durum, yıllardır devam eden sanayici-tüccar/büyükler-küçükler çekişmesini ve aralarındaki çelişkiyi arttırmıştır. Mevcut hükümetin politikaları sayesinde küçük firmaların sayılarının artması ve başarıları, giderek yoğun bir rekabet ortamı doğurmuştur. Sermaye çok sayıda firma arasında parçalanmış, kaynaklar sermayenin değişik kesimleri arasında dağılmış, büyük burjuvazinin birikimlerini büyütmesine elveren oligopolistik yapı, yerini yoğun rekabet ortamına bırakmıştır.

Beşinci çelişki, sermaye sınıfının, işçi sınıfı ve onun örgütleri olan sendikalarla olan çelişkilerinin bu dönemde uzlaşmaz bir aşamaya gelmiş olmasıdır. Toplu sözleşmelerin sürekli ertelenmesi, yılın çok büyük bir bölümünün tüm ülkeyi kapsayan grevlerle geçmesine neden olmuştur. Burjuvazi, sendikalar ve iş yasalarıyla ilgili hükümetin kendi lehlerine radikal kararlar almamasını ve üretimin durmasını siyasal iktidar aleyhine kullanarak bu çelişkiden yararlanmıştır.

Yaşanan bu çelişkiler, TÜSİAD’ın sistemin kendini üretme olanağı kalmadığını fark etmesine neden olmuştur. 1978 yılına girerken çözülmesi sürekli ertelenen sorunların ekonomiyi işlerliğini kaybetme tehlikesi ile yüz yüze getirmesi, TÜSİAD’ın eski kurumlara eleştirel bakmasına, model değişiminden söz etmeye başlamasına neden olmuştur. Dış kriz, praksis için gerekli olan eski yapılardan kopuşu kolaylaştırmış, diğer aktörleri ve kaynakları harekete geçirecek toplu kalkışı sağlamada ve radikal değişiklikleri hayata geçirmede TÜSİAD’a yardımcı olmuştur. Yaşanan tüm bu kurumsal çelişkiler, TÜSİAD’a serbestleşme yönünde taleplerini meşrulaştırıcı imkanlar sunmuştur. TÜSİAD praksisini meşrulaştırmada ve kendi çıkarları yönünde diğer aktörleri ve kaynakları harekete geçirmede bu çelişkileri başarılı bir şekilde kendi lehine kullanabilmiştir.

•    TÜSİAD’ın değişim için önerdiği alternatif mantık çerçevesi nereden gelmektedir?

TÜSİAD’ın önerdiği alternatif mantık ve çerçevenin nereden geldiğini anlamak için yeni liberal söylem ve TÜSİAD’ın söylemleri karşılaştırılmıştır. İncelemeye TÜSİAD’ın gazete ilanları ve yeni liberal söylemin yaslandığı üç kuramsal çerçeve (parasalcı iktisat, arz yönlü iktisat ve kamu tercihi kuramı) esas alınmıştır. TÜSİAD’ın önerdiği alternatif mantık ve çerçevenin, uluslararası çevrelerce önerilen yeni liberal politikalarla aynı olduğu görülmüştür. TÜSİAD’ın gerek çözüm önerileri gerekse söyleminin, tüm dünya ülkelerinde aynı anda, yapısal uyum programları ile devreye sokulan yeni liberal söylem ve programlarla tümüyle örtüştüğü görülmüştür.

Peki 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’de, yeni bir model tartışması, ulusal düzeyde savunulan yeni bir paradigma var mıdır? Sendikalar, üniversiteler, sermaye grupları ve halkı temsil eden çeşitli demokratik kitle örgütlerinin arasında bir düzen tartışması olduğu görülmektedir. Yeni bir kurumsal düzen anlamında, dönemin hükümetinin alternatif bir model olarak ‘halk sektörü’nü söylem alanına taşındığına, iktisatçıların sisteme ilişkin eleştirilerine ve alternatif önerilerine tanık olmaktayız, fakat güçlü bir biçimde seslendirilebilmiş sistemin tüm tıkanıklıklarına açıklama getirebildiğini gösterebilmiş bir model ortada görünmemektedir. Halk sektörü tartışmalarının hayata geçirilmesi fikri ise TÜSİAD’ın çok şiddetli tepkisine neden olmuştur. Kamuoyunda tartışılan ise, daha çok uluslararası kurumların dayattığı modelin oluru-olmazlığı üzerinedir. Siyasal iktidar kontrol altına alındıktan bir süre sonra, bu tartışmalar da askeri yönetimin aldığı tedbirlerle tamamen susturulmuştur.

TÜSİAD’ın kendi sınıf çıkarlarını gözetirken, ulusal çıkarları da gözetecek bir alternatif mantıkla ortaya çıkması ve bunu dünya sistemine uluslararası işbölümünün zayıf bir halkası olarak eklemlenmiş olan Türkiye’nin yeni kalkınma modeli olarak benimsetebilmesi düşünülemezdi. TÜSİAD’ın yerel kurumsal düzenlemeler içindeki yerleşik konumu kadar Türkiye’nin Dünya sistemi içindeki konumunun da sıkı bağlanmış çiftler görüntüsü arz eden güçlü kurumsal düzenlemelerle çevrelenmiş olduğu bu durumda, Dünya sisteminden ayrılan bir alternatif kurumsal düzen önerisi tüm sistemi ilgilendiren bir şey olmaktadır. Tanzimat’tan buyana uluslararası işbölümü ile Dünya sistemine bağlı Türkiye’nin durumu, ulusal çıkarlar doğrultusunda yavaş yavaş ülke içinden bir kurumsal değişimin gerçekleşmesine imkan vermemiştir. Hükümetin çözüm önerileri, yeni örgütlenen dünya sisteminde Türkiye için öngörülen uluslararası işbölümündeki yere uygun düşmediği için, kabul görmemiştir. Bu nedenle Türkiye’deki kurumsal değişimler 1980’de olduğu gibi hep bir krizle kopma sonucu ve tüm sistemi sarsan radikal değişiklikler biçiminde olmuştur.

1980’de benzer konumdaki ülkeler gibi Türkiye de bir sonuçla, yani kararlaştırılmış, kullanıma hazır hale getirilmiş bir kurumlar ve kurallar demetiyle karşı karşıyadır. Bunu benimseyip-benimsememek hususunda uluslararası kurumlarla Türkiye arasında ne güç mücadelesi ne de söylem yarışı vardır. Burada daha çok uluslararası kurumların öncelikle zorlayıcı aygıtlarını devreye soktukları,  ikincil olarak da, bu zorlayıcı süreçlere destek olmak ve ülke seçkinlerini yanlarına çekmek üzere ideolojik süreçleri işlettikleri görülmektedir.

Yerel düzeyde zayıf düşmüş bir hükümete meydan okuyan TÜSİAD’ın, kendine yerel ve uluslararası düzeyde ittifaklar bulmadan yepyeni bir kurumsal mantıkla ortaya çıkması beklenemezdi. Nitekim TÜSİAD kurumsal değişim yönünde bu yeni  alternatifi kendisi oluşturmamış, uzunca bir süredir DB ve IMF kredi koşulları ile dünya ülkelerine tavsiye edilen kurumsal mantığı değişim için alternatif mantık olarak benimsemiştir. IMF ve DB’nın, alternatif kurumsal çerçeveyi kredi koşulları olarak hükümete önermeleri, yerel düzeyde TÜSİAD’ın yeni kurumsal çerçevesini meşrulaştırmaya yardımcı olmuştur. TÜSİAD’ın değişimin alternatif mantığını seçiminde, serbest iradesinden çok ulusal ve uluslararası kurumsal baskılar, yerleşik olduğu kurumsal çevrenin bağımlı olduğu uluslararası çevredeki kurumsal düzenlemeler ve tarihi dönem belirleyici olmuştur diyebiliriz. Nitekim daha sonra 1980 sürecinde TÜSİAD başkanlığı yapan Ali Koçman, 24 Ocak kararlarının bir seçim olmaktan çok bir zorunluluk olduğunu bir konuşmasında ifade etmekle, TÜSİAD’ın alternatif kurumsal yapı tercihinin bir anlamda çeşitli iç ve dış koşulların belirleyiciliğinde gerçekleştiğini teyit etmiştir.

•    Uluslararası aktörlerle TÜSİAD nasıl bir ilişki içindedir ?

Uluslararası aktörlerle TÜSİAD’ın ilişkilerini anlamak için, 1980 öncesi kredi koşullarıyla iletilen uluslararası mali çevrelerin önerileri ile TÜSİAD’ın önerileri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin DB’na verdiği “taahhüt metni”, OECD'nin Türkiye'ye ilişkin 1978 yılı raporundaki önerileri, Dünya Bankası danışmanı Bela Balassa’nın 1979’da Meban Seminerindeki önerileri, IMF ile yapılan 1978 Nisan standby anlaşması, IMF’ye taahhütleri içeren 1978 Nisan ayında, 1979 Temmuz ayında ve 1980 Nisan ayında verilen niyet mektupları incelenmiştir.

TÜSİAD ile uluslararası mali kuruluşların, devletten talep ve önerileri birbiriyle örtüşmektedir. Gerek sorun olarak tanımlanan alanların örtüşmesinde, gerekse tedbir önerilerinde TÜSİAD ve uluslar arası mali aktörlerin birbirlerinin ifadelerini yinelemekten başka bir şey yapmadıkları görülmektedir. TÜSİAD’ın raporları sanki uluslar arası aktörlerin taleplerini istatistikler ve örneklerle halka tercüme eden, güçlü argümanlarla makulleştiren ve meşrulaştıran bir rol oynuyor görünümündedir. Esasen yeni liberal politikalar 1970’lerin ikinci yarısından itibaren o kadar fazla yinelenmiştir ki, politik aktörlerin, mali aktörlerin, liberal iktisatçıların, yeni zihniyeti pazarlayan guruların ve yerel aktörlerin söylemleri birbirine karışmıştır. Farklı söylemlerin örtüşmesinden ziyade, dikkat çekilmesi gereken söylemin bir aktörden diğerine geçerken sürekli bir yeniden formülasyondur. Üzerinde durulması gereken, kimin ne söylediğinden çok, bir zihniyetin yerleştirilmesinin sürekli yinelenen ifadelerle toplumun geneline nasıl kanıksatıldığıdır.

Uluslararası aktörlerin, devletin iktisat politikası araçları konusundaki önerilerinin tarihleri ile TÜSİAD’ın bu politikaları ulusal düzeyde savunduğu rapor ve söylemlerinin tarihlerinin birbirini izlediği görülmüştür. Yerleşik kurumsal düzenlemelerin yerine geçirilmek istenen reçetelerin TÜSİAD’dan önce çeşitli uluslararası aktörlerce önerildiği, TÜSİAD’ın bir tür içselleştirme, meşrulaştırma gibi bir rolle bu reçetelerin hayata geçirilmesini kolaylaştırdığı bir görüş olarak ifade edilebilir. Dikkat edilmesi gereken, kamuoyuna sorunların yeni paradigmanın kavramlarıyla tartışılmasının pratiklerinin nasıl yaptırıldığıdır. Bu çabalar, değişimin önemli bir aşaması olan zihinsel meşruiyetin sağlanması yönünde, bilinçli olarak yapılan çalışmalar olarak değerlendirilmiştir.

Bu değişim süreci görüldüğü kadarıyla, çok aktörlü, her bir aktörün çok çeşitli kaynaklarını işe koştuğu bir süreçtir. Burada tabii ki hiçbir aktörün tam özerkliğinden söz edemeyiz. Her bir aktör bu dönüşümde, gerek Dünya sisteminin örgütlenme tarzından gelen, gerekse yerel tarihi ve kültürel koşullardan gelen kısıtlılıklar içinde göreli özerk bir irade sergilemektedir. Her bir aktör bu iradesini, mevcut çelişkilerden yararlanarak, oluşmakta olan yeni kurumsal çerçevenin kendi çıkarlarını gözetecek tarzda biçimlenmesi yönünde kullanmaktadır.

Bu iradenin arkasında: Yeni Dünya sistemin nasıl olacağı konusunda, tarihin bu aşamasında çeşitli ekonomik, siyasi ve askeri güç mücadeleleri ile oluşmuş bir konsensüs vardır. Üzerinde konsensüse varılmış olan yeni kurumsal mantığa uygun olarak, yeniden biçimlendirilen uluslararası kurumlar vardır. Bu kurumların işbirliği ile oluşturulup kredi koşullarına dönüştürülmüş reçeteler vardır. Bu reçetelerin her bir ülkede, o ülkenin egemen güçlerinin lehine biçimlenmesini sağlamaya çalışan ulusal aktörler vardır.

Özetle TÜSİAD, bu dönüşüm sürecinin ulusal askeri, siyasal ve sosyal diğer seçkinlerle birlikte sadece yerel aktörlerinden biridir. Uluslararası aktörlerle her hangi bir vesileye ihtiyaç duymadan doğrudan diyalog kurabilecek konumda olması, analizde ele alınan diğer nedenlerle birlikte, onun bu dönüşümde yerel olarak öncü rolü oynamasına neden olmuştur, denilebilir.

•    Yerleşik kurumsal düzenlemelerin kapasitesi, TÜSİAD’ın praksisini
nasıl etkilemiştir?

Türk iş sisteminin devlete bağımlı yapısından dolayı, devletin kurumsal düzenleme kapasitesi ve göreli özerkliğinin TÜSİAD’ın stratejik davranmasını hayli zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Bu durumun doğurduğu uyumsuzluk ve adapte olamamayı arttıran kurumsal çelişkiler, TÜSİAD’ın bilincinde düşünümlü kaymaya, eski yapılara eleştirel bakmasına neden olmakla beraber, kurumsal düzenlemelerin aktörün görüş ve davranışlarını sınırlama kapasitesi güçlü olduğundan kurumsal değişimi yavaş yavaş gerçekleştirecek kolektif bir harekete dönüşememiştir. Yerleşik yapılardan toplu bir kalkış çabası olarak görülebilecek Tarabya toplantıları bu nedenle başarılı olamamıştır.

Tabii bu çabanın ortak bir harekete dönüşememesinin ardında, örgütlerin optimal olmasa da alışılmış pratik ve prosedürleri terk etmek istememeleri, devletle olan ekonomik bağımlılık nedeniyle devleti karşılarına almak istememeleri ve büyük burjuvazi, küçük esnaf ve ticaret sermayesinin çıkarlarının ortak bir paydada buluşamayacak kadar farklı yönde olması gibi başka nedenler de  vardır.  Tarabya toplantıları, Türk iş sisteminin yapısından kaynaklanan güçlü kurumsal düzenlemelerle, sermayenin bazı kesimlerinin karşı karşıya gelmek istememesi, sermaye içindeki çatlağın açığa çıkmasına ve çelişkilerin büyümesine neden olmuştur. Bu durum sistemi bloke ederek, dış şoklara ve dışardan tetiklenen devrimci değişimlere karşı kırılganlığını arttırmıştır.

Uluslararası kurumsal yapının Türkiye üzerindeki belirleyiciliği, Türkiye’nin uluslar arası kurumların önerdiği modelin dışında, mevcut politik kompozisyon içinde mümkün bir takım reçeteler uygulayarak krizden çıkmasını engellerken, içteki burjuvazinin görüş ve davranışlarını sınırlayan güçlü ulusal kurumsal düzenlemelerin belirleyiciliği de burjuvazinin arzu ettiği dış kurumsal reçeteleri uygulamasını imkansız kılmıştır. Kurumların birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmış (tight coupled) durumları, yavaş yavaş bir değişime elvermemiş, krizi derinleştirerek radikal bir değişime sürüklemiştir.

•    TÜSİAD yerleşik kurumsal yapı içindeki konumu nedir? Bu konum, praksisinde kendisine nasıl yardımcı olmuştur?

TÜSİAD’ın kurumsal yapı içindeki konumunu değerlendirecek olursak; ithal ikameci modele göre biçimlenmiş olan ulusal kurumsal yapının önemli destek ve teşvikleri ile büyüyen burjuvazi, sistemin olanaklarından yararlanan, hiyerarşik yapının tepesinde, merkezi ve egemen konumdadır. Egemen konumu nedeniyle, mevcut düzenlemelerin  ve kuralların oluşumunda ve sürdürülmesinde pay sahibidir. Alan içinde temel önemdeki kaynaklara erişim ve bu kaynaklar üzerinde kontrol kurma imkanına sahip olmaları, TÜSİAD üyeleri için güç kaynağıdır. Çıkarları ve fikirleri, mevcut kurumsal düzenlemelerde fazlasıyla karşılanan TÜSİAD, bu ayrıcalıklı konumunun yukarıdaki maddelerde ayrıntılı açıklanan nedenlerle zedelenmiş olması nedeniyle, mevcut düzeni değiştirmek istemiştir.

TÜSİAD güçlü bir aktördür, içte siyasal ve askeri seçkinlerin desteğine dışta ise  uluslararası aktörlerin desteğine sahiptir. Egemen konumu, kendisine kritik insan kaynaklarına, ideolojik ve finansal kaynaklara erişim olanağı vermekte ve praksisini hem olanaklı kılmakta hem de kolaylaştırmaktadır. TÜSİAD üyelerinin yüksek statülü grup üyesi olmaları, onlara siyasi, askeri, sosyal seçkinler ile gerekli köprüleri kurabilme, medya dahil çeşitli kesim ve kaynakları harekete geçirebilme, yeni düzenlemeleri savunabilme ve yerleştirebilme gücü vermiştir.

TÜSİAD’ın konumunda kurumsal girişimciliğini kolaylaştıran bir diğer unsur, TÜSİAD’ın ulusal düzeydeki düzenlemelerin ötesine geçen yetki alanına sirayet eden faaliyetlerde bulunması ve ulusal ve uluslararası düzeylerdeki karşıt kurumsal mantıklar arasında köprü rolü oynayan konumudur. Sınır köprüsü ve sınır uyuşmazlıkları olarak adlandırdığımız bu süreçler, TÜSİAD’ın farklı kurumsal mantıklar arasındaki uyuşmazlıklara maruz kalmasına ve kurumsal bağımlılıklarının azalmasına neden olmuştur. Uluslar arası çevrelerle hükümet dolayımına ihtiyaç duymadan doğrudan ilişki kurabilmeleri de onları diğer sermaye gruplarına göre güçlü kılmaktadır. TÜSİAD kendi lehine olan bu kaynak asimetrisini değişimi başlatma ve sürdürmede zorlayıcı bir unsur olarak kullanmıştır.

•    TÜSİAD yeni liberal dönüşümü, kendi içinde nasıl meşrulaştırmıştır?

TÜSİAD’ın dört ilan metninin her birinde yinelediği şu savunuların liberal öğretide hiçbir yeri yoktur: “...daha çok üretmenin ve bolluğa kavuşmanın gerçekçi yolu: Kişiyi rekabet içinde teşviktir.”  Teşvik varsa rekabet olmaz, rekabet varsa teşvik olmaz. Teşvik politikaları, rekabetin ve liberal yapının ruhuna aykırıdır. TÜSİAD, bir yandan devletin yerleşik kurumlarını ve o kurumları yöneten zihniyetin meşruiyetini aşındırırken bir yandan da onun sağlamış olduğu risksiz ve güvenli ortamdan vazgeçememektedir. Dünya sisteminden kopmak istemeyen TÜSİAD, daha 1974 yılından itibaren dışa açık bir ekonomiyi savunmaktadır. TÜSİAD, Türkiye’de yerleşmesi için mücadele ettiği liberal düzeni, devletin teşvikleriyle tesis etmek istemektedir. Alışkın olduğu kurumsal düzenlemelerin özel teşebbüsü besleyen kurum ve kurallarını koruyarak, diğer kurum ve kurallarının ise meşruiyetini aşındırarak bir tuhaf düzen tesis etmek istemektedir.

Çağdaş Batı kapitalizminde, ekonomik liberalizmden ve rekabetten herkesin anladığı teknolojide, üretim maliyetlerinde, kalitede, fiyatta, pazarlara ulaşmada rakip firmalarla yarışmaktır. Söylemlerinden  anlaşıldığı kadarıyla, TÜSİAD’ın serbest piyasa kapitalizminden anladığı ise, devletin teşviklerine erişmek için firmaların birbiriyle rekabet etmesidir. Söylemleri ve mücadelelerine bakılacak olursa işadamlarımızın bunu çok doğal karşıladığı anlaşılmaktadır.

Bu kendilerine özgü liberalizm tanımı nedeniyledir ki, işadamlarımızla devlet arasındaki ilişkiler bir türlü normalleşememekte, aşkla nefret arasında gidip gelmektedir. İlişkilerde yaşanan bu kararsızlığın altında işadamlarının kısa ya da uzun vadeli çıkarlarının yattığı görülmektedir. Ekonomik liberalizme geçiş, Türkiye’de işadamı-devlet ilişkilerinde fazlaca bir değişikliğe neden olmamıştır. İşadamlarının ne alışık olduğu davranış kalıplarından ne de alışık oldukları düzenin kolaylıklarından vazgeçme niyetinde olmadıkları anlaşılmaktadır. Çıkarları zedelendikçe, devletle çatışmaya girmekten kaçınmamakla birlikte, özel sektör bakımından gerçek çıkarlarının hükümetlere karşı savaş açmakta değil, onlarla diyalog kurmakta olduğunu bilmektedirler. Aslında Vehbi Koç’un “batarsak hep beraber batarız” ifadesi, devlet ve işadamları arasındaki ilişkinin, yeni kurumsal kuramın terimleriyle tam da ‘birbirine sıkı bağlanmış çiftler’ tanımına uyduğunu göstermektedir. TÜSİAD’ın bu bağımlılıktan neden vazgeçemediğinin somut delili olarak değerlendirilebilecek bu sözler, Türkiye’nin liberalleşme deneyiminin yörünge bağımlı gelişimini örneklemektedir.

Aslında hükümet cephesinden bakıldığında da değişen fazla bir şey olmadığı görülmektedir. Liberal politikaların uygulanmaya başlanmasıyla, korumacı modelin kimi geleneksel teşvik araçlarının ortadan kalkmasına karşılık, farklı alanlarda ve çok daha büyük rakamlara ulaşan yeni rant olanakları yaratılmış olması, diğer bir çok uygulamanın yanısıra geleneksel politikalardan kolayca vazgeçilemediğinin ve izlenen yeni liberal yörüngenin ulusa özgü karakterinin bir göstergesidir.

•    TÜSİAD mevcut kurumsallaşmayı bozma ve yeniden kurumsallaştırmada nasıl bir söylemsel strateji izlemiştir?

TÜSİAD’ın ilan metinlerinin, bir değişimin stratejik çerçevesini belirleyen kavramlaştırmaların içermesi beklenen tüm unsurlarını kapsadığı görülmektedir. Bu bağlamda ilanlarda, mevcut kurumsal düzenlemeler (kendi sınıf çıkarları doğrultusunda) başarısız gösterilmiş, mevcut kurumsal düzenlemeler içinde tıkanmış sorunlara, yeni bir paradigma içinden çözüm önerileri getirilmiş ve çözümün nasıl bir kurumsal yapı içinde mümkün olacağı gösterilmiştir. Mevcut kurumsal düzenlemeler sorgulanarak gayri meşru hale getirilirken kendi projeleri güçlü argümanlarla meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Toplumun daha geniş kesimlerinin desteğini almak için onların da çıkarları projeye dahil edilmiş gösterilerek, bu kesime siyasal iktidar tarafından vaat edilenler sürekli belirsiz bir zamana ertelenerek halk oyalanmıştır. Bu oyalanma politikasını ifşa eden muhalif kesimin ise, her türden demokratik kitle örgütleri kapatılarak sesini duyurabileceği mecralar yok edilmiştir.

Devletle ilgili sorunsallaştırılmış alan, 1980’li yıllarda devletin ekonomiye müdahale araçları üzerinde odaklaşmıştır. Söylem, muhalifler arasında çelişkiyi arttırıcı unsurlar taşırken, sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilerde ise çelişki yokmuş gibi bütünleştirici bir dil tercih edilmiştir. Daha geniş toplum kesimlerini projeye dahil etmek için, insanların, büyük burjuvazinin çıkarları yönünde ikna edilmesi yerine, sorunlar başarılı bir şekilde çerçevelenip onlara kendi dar çıkarları yönünde ısrar ederlerse başlarına neler gelebileceği gösterilmiştir. Başarılı bir çıkışla kurumsal değişimin gerekliliği gündeme taşınmış ve değişim projesini hayata geçiren baskıcı siyasal kadronun, değişimin temel parametreleri yerleşene kadar yönetimde tutulmuş olduğu görülmektedir.

Özgürlükçü demokrasi ve ekonomik liberalizm, sanki birbirinin oluşturucusu ve olmazsa olmazı imiş gibi gösterilerek, proje toplumun diğer kesimlerine meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. TÜSİAD bu sunumla aydınları ikiye bölerek projesinin arka planındaki kuramsal çerçevenin geçerliğini halka karşı savunacak güçlü bir meşru temel kazanmıştır. Karşı meşrulaştırma hamlelerine kalkışabilecek toplum kesimleri, 12 Eylül rejimiyle uzun süre baskı altında tutulmuş böylece önerdikleri yolun tek çıkış yolu olduğu işlenebilmiştir.

•    TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliğinin kapsamı nedir?

Başlangıçta devletin iktisat politikası araçlarına odaklanan TÜSİAD söylemlerinin, giderek eğitimden sağlığa, sosyal güvenliğe ve yaşam tarzlarına uzandığı görülmüştür. Burjuvazi, holdinglerin medya satın almalarıyla, meşrulaştırma hamlesinde çok önemli bir gücü ele geçirmiştir. Özel televizyon kanalları ve holding gazeteciliği ile birlikte habercilik anlayışı tümüyle değişmiş, medyayı ele geçiren büyük burjuvazi Amerikan değerlerini ve dini yükselterek yeni bir kimlik inşasına girişmiştir. Yani TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliğinin, bu çalışmada hedeflenen devletin, dar anlamda iktisat politikası araçlarının dönüştürülmesini başarmanın ötesinde, toplumun yerleşik kurum ve kurallarını değiştirmekle başlayıp yaşam biçimini değiştirmeye uzanan, onunla da kalmayıp insanların rol modellerini ve anlamlandırma sistemlerini değiştirerek yeni bir kimlik inşasına varan hayli kapsamlı bir kurumsal girişimcilik örneği olduğu söylenebilir.

•    TÜSİAD’ın kurumsal girişimciliği sonunda dönüşen kurum ve kurallar nelerdir?

Analizin ikinci aşamasında, TÜSİAD’ın değişim önerilerin pratikte bir yapısal dönüşümle sonuçlanıp–sonuçlanmadığı incelenmiştir. Bu amaçla, dönemin Türkiye bağlamını ve ilgili süreci çeşitli yönleriyle inceleyen 1980 yılından günümüze kadar olan yakın dönem literatürü, basın mensuplarının derlemeleri ve dönemin gündemini tutan yazılar eleştirel okumaya tabi tutularak incelenmiştir.

Günümüzde hala devam eden değişim sürecinin mali ve parasal politikalarla ilgili düzenlemelerinin 1985’e kadar olan dönemde büyük ölçüde tamamlandığı görülmüştür. Devam eden düzenlemelerde de yetki devletten alınmış yeni oluşturulan kurumlar ve üst kurullara geçirilmiştir. IMF ve Dünya Bankası kredi koşullarıyla yeniden düzenlenen devletin para ve maliye politikaları, devletten koparılarak üst kurulların ve yeni oluşturulan parlamenter denetimden kaçırılan kurumların emrine verilmiştir. Bu kurullarla ve bu kurullara atanan ‘prens’ olarak adlandırılan yeni tip bürokratlarla adeta devlet içinde devlet oluşturulmuş, mevcut bürokrasi tüm karar ve yetkilerini devretmiş olduğu bu paralel bürokrasinin sıradan icracısı konumuna düşürülmüştür.

Fiyat kontrol komitesi kaldırılmıştır. Böylece  devletin çok çeşitli amaçlarını, en önemlisi de bölüşüm ve sosyal adaleti sağlayıcı amaçlarını gerçekleştirmede kullandığı en önemli araç devletin kontrolünden çıkmıştır. Merkez Bankası ulusal politikalardan uzaklaştırılmıştır. Maliye Bakanlığı bürokrasisinin kontrolünde önemli bir  müdahale aracı olan bütçe, fonlar yolu ile etkisiz kılınmıştır. Bürokraside ‘merkezileştirme ve kişiselleştirme’ ilkesi, bakanlıkların, KİT'nin, üniversitelerin, yerel yönetimlerin ve tüm kamu kurumlarının yönetim yapılarına yansıtılmıştır.

Devlet özelleştirme ile doğrudan üretim alanından uzaklaştırılmıştır. KİT’lerin özelleştirilmesiyle devlet, bugüne kadar KİT'ler aracılığıyla yerine getirdiği çok önemli hizmetleri artık yerine getiremez olmuştur. Devlet, sosyal hizmet, sağlık ve eğitim, sosyal güvenlik gibi hizmet alanlarından, şimdilik mülkiyetinin el değiştirmesi yerine, kamu kaynaklarının özel kişi ve kurumların kontrolüne verilmesi yönünde kademeli bir metalaştırma stratejisi ile, yavaş yavaş uzaklaştırılmaktadır. Sosyal hizmetlerle devletin bağı kadameli olarak koparılmaktadır.

IMF, DB, AB kriterleri ve bir dizi uluslar arası metinle takip edilen yeni liberal politikalar adım adım hayata geçirilmektedir. Tezin odaklanmış olduğu devletin iktisat politikası araçları ile ilgili dönüşümler 1980’li yılların ilk yarısında önemli ölçüde başarılmıştır. Devlet, bu uygulamalar sonucunda piyasa aktörleri ile eşit yetkilere sahip sıradan bir aktör konumuna düşürülmüştür. Bu dönüşümlerde, her gün giderek yenileri eklenen uluslararası aktörlerin yanısıra bu uzun yıllar boyunca değişik ulusal siyasi aktörler, askerler, liberal aydınlar ve ağırlıklı olarak TÜSİAD önemli rol oynamıştır.

Araştırmacılara Öneriler:

Benzer konuda çalışma yapmayı amaçlayan araştırmacılara, bu modeli aktör ve bağlam özellikleri ve değişimin kapsamı aynı olmak üzere, farklı bir örnek olayla test edip sonuçları karşılaştırmaları önerilebilir. Bir başka önerim, Seo ve Creed’in (2002) önerisinin izinden giderek, benzer dışşal tetikleyicilerin farklı kurumsal bağlamlarda ne tür sonuçlar doğurabileceğini gösteren karşılaştırmalı çalışmalar yapabilirler. Karşılaştırmalı çalışmalar, çeşitli ülkelerde Dünya Bankasının kredi koşulları yönlendiriciliğinde yapılan kurumsal dönüşümlerin nasıl sonuçlandığıyla ilgili olabileceği gibi, farklı ülkelerdeki değişim eyleyenlerine odaklanabilir. Araştırmacılar, ayrıca bu araştırmada olduğu gibi, kullanılan araştırma modelinin çerçevesinin sınırlarını bağlam, aktör, değişim düzeyi gibi çeşitli açılardan genişleten çalışmalar yapabilirler.


 

Kitap Kapağı  (panopticon)

Faydacılığın kurucusu olarak bilinen İngiliz düşünür Jeremy Bentham (15 Şubat 1748 – 6 Haziran 1832) 1791'de az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi” anlamında panopticon adını verdiği kapaktaki illustration’da görüldüğü gibi bir yapı tasarlamıştır.

Fransız Filozof Michel Foucault, eserlerinde panopticon’u, “iktidarın her yerde” olduğunu vurgulamak amacıyla bir metafor olarak kullanmıştır. Foucault’nun tarifiyle panopticon: Çevrede halka şeklinde bir binanın ortasında bir kule bulunmaktadır. Kulede açılmış olan geniş pencereler, kuleyi çevreleyen halkanın iç cephesine bakmaktadır. Çevre bina hücrelere ayrılmıştır. Bu hücrelerin iki penceresi vardır, biri içeriye doğru açıktır, gözleme kulesinin pencerelerine denk düşer, diğeri dışarıya bakarak ışığın bir baştan bir başa hücreyi kat etmesini sağlar. Bu durumda, merkezi kuleye bir gözlemci yerleştirilerek ve her bir hücreye bir deli, bir hasta, bir mahkum, bir işçi ya da bir öğrenci kapatılarak önden ışıklandırma sayesinde hücredekilerin her anı gözetim altında tutulabilmektedir.

Bentham'ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, fakat davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpus, her an  izleniyormuşçasına bizzat kendi hareketleri üzerinde  kontrol kuracaktır. Bentham, panopticon’un yalnızca bir mimari biçim olmanın ötesinde özellikle bir yönetim biçimi olduğunu ifade etmiştir. Günümüzün modern toplumlarında,  panoptik toplum yapısının gözetleme ve denetleme üzerinden işleyen yasalarla inşa edilmeye çalışıldığı ifade edilmektedir.

ContactspcBanaspcCreative Commons Licenseİçeriğimiz CC BY-NC
spcUlaşınspcLisansına tabidir

w3c HTML CSS Compatible

* * * Site kullanım şartlarını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz * * *